30 Aralık 2009 Çarşamba

Mumlar ve Dilekler

Şu anki işime başladığımdan beri her gün olmasa da iki günde bir St. Antoine Kilisesi’ni ziyaret ediyorum. Beni yakından tanıyanlar için bu şaşkınlık verici olacaktır, “ne işin var senin kilisede?” diyecekler belki, hemen açıklayayım: Odakule’de çalışıyorum ve gün içinde bunaldığım oluyor çeşitli sebeplerle. St. Antoine da çok yakın. Yakın da nesi var peki?


Paris’te yaşasaydım düzenli olarak Notre-Dame’a gidiyor olacaktım, İstanbul’da buraya gidiyorum. Dindar hiç değilim, ama o kilisenin yapısı, kapısından içeri girdiğimde yüzüme çarpan durgun sakin havası, görünmeyen bir yerde meleksi sesiyle ilahi okuyan “kardeş”in sesi…

O kadar güzel ki, her kültür ve inançtan (hatta inançsızlardan da benim gibi) insan orada buluşuyor. Belki Tanrı’larının huzurunda olduklarını düşündüklerinden, belki bahsettiğim farklı uçların birbirlerine nefret duymadan bir araya geldiği bir yer olduğundan, belki de sadece o devasa yapının önünde kendinizi küçücük hissetmenizden mi bilinmez, insanın içini huzur kaplıyor.

Kilisenin yardıma ihtiyacı olmasa da yine de o uzun mumlardan bir tane alırken bir madeni para bırakmak bile insana güzel geliyor, çünkü o parayı bırakmanın tamamen sizin vicdanınıza kalmış olduğunu biliyorsunuz, mumlar satılık değil. Beni esas düşündüren ve bu yazıyı ilgilendiren kısım da mumlar aslında.

Oradan bir mum alıp (kimi uzun kimi kısa bu mumların) kilisenin karşılıklı duvarlarında yapılmış 3 dilek odacığından birinin içine dikiyorsunuz. Dün ben de bir mum aldım ve sol taraftaki daha sakin olan odacığın önüne geldim. Titrek alevlere bakarken o kadar dalmışım ki, dakikaların nasıl geçtiğini anlamadım, sanırım arkamdaki rahibe benim Tanrımla uzun bir muhabbete daldığımı düşünmüştür. Oysaki ben sadece o an gördüğüm mumları diken ve onlar sayesinde umut yineleyen insanları düşünüyordum.

Mumların kimi 3-4 tanesi birbirine değecek şekilde küme halinde konulmuş, demek ki bir aile ya da sıkı arkadaş grubu ortak bir dilekle yerleştirmişler. Ve gariptir ki bu mumlar hiç eğilip düşmeden sonlarına dek yanmışlar. Buna bakarak onların birbirlerine destek olmalarının dileklerinin gerçekleşmesine yardımcı olduğunu söyleyebilir miyiz acaba…

Mesela aynı şekilde, diğer mumlardan uzakta tek başına duran bir tanesi vardı. Neredeyse yarı boyuna gelmeden ikiye bükülmüş, eğilmiş ve sönmüştü. Bu da o mumu dikenin umutlarının boşa çıkacağını, boynunu büküp kaderine razı olması gerektiğini mi gösterir? Neden?

Düşüncelerimin arasında bunu fark edince o ana dek elimde tuttuğum mumu yan yana dik duran 4’lü mum grubundan yakıp boynu bükük sönük mumun yanına, ona dokunacak şekilde diktim. Benim dileğim de o mumun sahibinin dileğinin benim mumumda yeniden hayat bulması.

Sevgiler efendim… Herkese şimdiden mutlu bir yıl diliyorum…

25 Aralık 2009 Cuma

RUH DİKİZİ

Hep ruh ikizimi arayacak değilim ya, bugün canım ruh krizimi görmek istedi…Kemerlerinizi bağlayın, inişe geçiyoruz…

- Sandalyeye ters oturan omzunu döver ağabeycim, bak Candan Erçetin’e!

- Küller ve dudaklar, ama arada filtre var, kavuşamaz aşıklar!

- Yılın ilk bacanağı suya düştü, hayırlı olsun!

- Çakma Bartholomeos: “İzmirli erkekler olarak İstanbul'da kendimizi çarmıha gerilmiş hissediyor, fıstıksız kaldığımız için Çapkınlık Okulu'nun yeniden açılmasını talep ediyoruz!”

- Kaşığınım yanında olamasam da, tek kişilik yatağımda cenin pozisyonu alsam da!

- “Neden Takım Elbiseli Çingene?” “Bilmem, neden mizah?”

- Senin kafanda çok tavşan var, kuyrukları birbirine değdikçe mitoz bölünme geçiriyorlar!

- Ne yani, dünyada hayat var dediler sen de doğdun mu? Yo yo yoo…

- “Ay çok yoğun bu aralar programım, bi xmas partisinden öbür yılbaşı balosuna koşturuyorum!”

- “Dana çiçeğim, sen düşünme, ben düşünürüm!”

- Dijital yüzümüzü yıkadık, sitemize bekleriz!

- Ruh krizin de seni görebilecek mi? Euhehehe! (mérci mademoiselle Tok!)

- Baybora Makaseller evde tek başına dönüyor sonsuza dek 3,5!

- Print tuşuna basmak yerine” print alır mısın pls” yazmanın dayanılmaz hafifliği!

- Nerede görülmüş / İzin istediği / Kalemin kağıttan / Yazmak için / Kaderindeki destanı?

- İnsan ırkının kurtuluşunu iki çarkın arasına sıkışan elektrikli tornavidaya bağlayan zihniyetin kafasına MTV ödüllerinde Sacha Cohen düşsün!

- Geçenlerde bindiğim otobüse Dunkoff kokteyli attılar, yanımdaki kız çok korktu!

Sonuç: Kafayı yemekle kusmak arasındaki karamel renkli dik yamuk…

24 Aralık 2009 Perşembe

ÇALIŞIRKEN!

- Abi bence yarınki hava durumunu Sinerji’den çekebiliriz!
- Corc Kuluniiy çok seeevdim, o beni hiç sevmiyor!
- Yanayım yanayım, KV’lerde yanayım!
- “Bu asansörlerde orospu gibi, iki Dakka boş bırakmaya gelmiyor!”
- Arkadaşlar saat 10’da masanın üstünde kahvaltı görmek istemiyorlarmış, hadi dışarıda yiyelim! (üst katın sekreteri saat 10:00’da işyerine gelip bizim katınkine “sana kahvaltıya geleyim bari” dedi)
- Hava da ne güzel, tam geziş havası!
- Ay bu salata da yağsız aynen ota benziyor!
- Bi kere de bağırma ordan buraya , Graham Bell’in kemikleri sızlıyordur şimdi!
- Getirin imzalayayım, nasılsa ödemem!
- Benim e-maillerim gitmiyor, neden? (Alo alo orası neresi, alo alo burası alo Garanti)
- Hanımefendi ben sizden sadece ATM kartı istemiştim, siz bana iki tane kredi kartı yollamışsınız?
- Bize kutunun rulo olacağına dair bir malumat gelmedi! (tarih: bu cümleden 15 gün önce, içerik: mail, cümle: “kutular rulo şeklinde, diploma kutuları gibi olacak)
- Biz ne zaman seviştik bu kadınla da bana “Mustafacığım” diyor?
- “Ay senin şu yeni şarkı bilgine de hayranım yani!” (ama o şarkı 5 aydır çalınıyor heryerde?)
- Şöförler hamal mı? (otobsüle gelen ben hamal mıyım ki?)
- “Bir daha bu toplantıları yaparken saate dikkat edelim lütfen, biz uzak yoldan geliyoruz” (biz cumartesi toplantı yapıyoruz, buyurun buradan yakın?)
- Sen kocaman bir çılgınsın Abla!
- “Senin bi tane patronun var, benim 17 tane!”
- Bunlar kendilerine ajans diyorlar ama ben hepsinden daha iyi bilirim bu işleri, kaç yıl yöneticilik yaptık! (!!!!!)
- Arkadaşlar sakın iş hayatınızda onu örnek almayın, hep beni alın!
- Bazen hiç cevap vermesen daha iyi bilio musun?
- “Ay bu ne, rezalet, hiç gustosu yok!”
- Beğenmedim, bir çıt daha şey olsun
- Lütfen kendi iç yazışmalarımızı dışarıya yansıtmayalım yaneeee!

18 Aralık 2009 Cuma

KORKMAK

Hepimiz korkuyoruz bir şeylerden. Kimimiz işini kaybetmekten, kimimiz yolunu, kimimiz hayatını, kimimiz sevdiklerini kaybetmekten…Çoğu zaman bu korkularımız yüzünden donuklaşıyoruz, hatta bazen taşlaşıyoruz hayata karşı, elimiz kolumuz bağlı kalıyoruz…Ama bazen, korkunun dozu yüksek geldiğinde, tam tersi şekilde alevleniyor yüreğimiz, beynimiz, bedenimiz…Normalde yapamayacağımız şeyler yapıyoruz, köşeye sıkıştırılan kedi misali…

Çok büyük iki korkum var. Biri sevmekten korkmak. Korkarak sevdiğin kişiye sırf sevgin yüzünden zarar vereceğinden korkmak daha doğrusu. Sakınan göze çöp batması durumu değil, yanlış anlaşılmak. Mesela sizin kontrolünüzde olmadığı halde onu üzen bir olay için özür dilerken siz, onun “yine ne oldu” diye düşünüp üzülmesi, ağlaması, kırılması, kızması…

İkincisi ise “sana sonunda hayal kırıklığı yaşamana sebep olabilecek sözler veremem” mantığı ile gereksiz yere dürüst konuşmam. Tamam, hayatta her şey olabilir doğru, insanlar “sonsuza dek sürecek” diye düşünmek yerine “bir gün bitebilir de” diye düşünerek yapmalıdır planlarını, doğru. Ben bir zamanlar tüm hayatımı tek bir kişiye odaklı kurdum, hiç bitmeyecek sandım, bitti ve olanları gördük. Şimdi başkaları da benim yüzümden o hale düşmesin istediğimden tüm bu halim. Ama görünen o ki ben sevdiklerimi kaldıramayacakları bir durumun acısından korumaya çalışırken şimdiki zamanda canlarını yakıyorum

Neye karşılık neyi kurban etmek kabul edilebilir, buna ben karar veremem başkalarının adına, en yakınlarım olsa bile. İyi anlıyorum. Ama yine de dilim varmıyor bunu duyduğunda çok mutlu olacağını bildiğim birine “seni hep seveceğim” demek…Çünkü biliyorum ki hayatımızın kontrolü kesinlikle bizde değil ve biz yarın ne olacağını bilemezken bu tür sözleri “kesin, yüzde yüz” veremeyiz. Verirsek ve bir süre sonra koşullar değişirse, o söz hem bize hem söz verdiğimiz kişiye zarar getirir sadece. Hepsi bu.

Hayatımda değiştiremeyeceğim şeyler var” dediğimde, geçmişimdeki olaylardan ve kişilerden bahsediyordum ona. Uyarmak, evet. Bir kısmı beni de rahatsız ediyor, ama teraziye koyduğunda ağır basan iyilikler var o insanlarda. O yüzden “silinip” atılmıyorlar hayatlardan. Bunları değiştiremezsin.

Senden önce yaşanmışları ve yapılmışları senden gizliyorsam bazen, tamamen artık bugüne etkisi olamayacak bir şeyi bilerek kendini üzmemen için. Yoksa senin arkandan iş çevirdiğim için değil. Bak gördün mü, yine seni korumaya çalışırken üzüyorum işte. Benim korkum bu. Biliyorum, bir gün (ve bence çok geç değil o gün) bu acıdan bıkacaksın, ve benim yapabileceğim hiçbir şey olmayacak. Sana “canını yakmamak elimde olsa yakmazdım, ama değil” diyeceğim ama sen bunun yerine “söz veriyorum, bir daha canını yakmayacağım” dememi beklediğin için yine kırılacaksın, döneceksin, gideceksin. Belki “o bile beni bu kadar kırdıysa demek ki hayatta herkes kötü, kimseyi sevmemek gerek” diyerek kendini kapatacaksın, yazık edeceksin hayatının geri kalanına. İşte bu yüzden “beni bu kadar sevme” deyişim.

Bitmek zorunda değil sevgiler, ama bitenler de var.

Biliyorum bunu okuyunca yine ağlayacaksın. Kısır bir döngü, neden seni üzmemeye çalıştığımı anlatırken bile üzüyorum.

Ama inan, pembe hayaller kurduran içi boş sözler verip “hayatta hiç tökezlememiş saf melek” rolü oynasam daha çok üzülürsün, o rolün gerçek olmadığını anlayacak kadar tanıyorsun beni çünkü.

Şimdiki zamanda seni gerçekten seven ve bir gün sevmekten vazgeçmek için şu an bir sebep göremeyen sevgilin;

MB

17 Aralık 2009 Perşembe

GÜÇLER BİRLİĞİNE HAYIR!

Siyasal yapılanma ve hukuk konusunda uzman olmadığım aşikâr (buradan bana “yine her şeyi ben bilirim moduna girdin hoppala” diyen zat-ı muhteremlere selam olsun), o nedenle başlığın da cumhuriyetlerde bulunan yasama-yürütme-yargı ayrılığıyla konuya bir gönderme olması dışında bir alakası yok.

Benim derdim işimle ilgili. Özellikle de çalıştığımız üçüncü partilerle. Derdimi anlatmadan önce hemen bir durum analizi yapalım:

Bir şirketin pazarlama iletişiminin günümüzde bir çok alt dalı var: Basın, TV, Radyo, Outdoor, İnternet, Mobil, Alternatif, Event, PR vs…Çoğunlukla, bir çok ajans bu alanlardan birinde uzmandır ve o alanda hizmet verir. Bu nedenle de reklamverenler 15 ayrı firma ile çalışmak zorunda kalırlar: Gazete ilanları X ajans yapar, internet sitenizi ve bannerlarınızı Y ajans, PR işlerini Z ajans gibi…

Bir zaman sonra şirketler 15 farklı ajansla anlaşma, onlara şirketi ve ürünleri / hizmetleri öğretme, kurum kültürünü içselleştirme, haberleşme, onay, muhasebe, ödeme…gibi dertlerden bıktıkları için alanlarında tam kapasite hizmet vermeye başlayan ajanslara yöneldiler, yani bir ajansla anlaşıldığında aynı ekip hem gazete ilanlarınızı, hem TV spotlarınızı, hem billboard posterlerinizi hem internet bannerlarınızı vs. yapabilmeliydi. Çoğu ajans bu trendi takip ederek kendi bünyelerinde özel uzmanlık alanlarına sahip alt-ajanslar kurdu: TBWA’in Tequile’sı, Euro RSCG’nin 4D’si, Manajans’ın MatAtWork’ü gibi…

Bir de tüm bunların üstüne, medya satın alma ajansları vardır. Bunlar da kreatif ajanslarınızın hazırladığı her biri birer yaratıcı deha örneği (!) olan iletişim elemanlarınızın hangi mecralarda, hangi sıklıkla, hangi günlerde vs. yayınlanacağına dair size bir “uzman onaylı (!)” plan sunarlar. Bu ikisi çok ayrı işlerdir. Neyin işe yarayacağını bilmekle nerede yayınlanırsa işe yarayacağını bilmek. Dolayısı ile bu iki işlevi farklı firmaların yapması daha mantıklı.

O zaman derdim ne?

Benim derdim o “her hizmeti verdiği için kullanımı kolay” görünen kreatif ajanslarla! Düşünün, gazetede reklam çıkacaksınız, ajans bir tasarım yapıyor. Harika. Sonra billboard çalışması istiyorsunuz, doğal olarak iletişim kampanyasının genel tonunu korumak adına “gazete ile aynı doğrultuda” bir iş istiyorsunuz. Ardından 30 farklı sitede farklı kategorilerde yayınlanacak bannerlar istiyorsunuz. Onlar da yine “kampanya ile aynı doğrultuda” olsunlar bir zahmet…Her şey güzel, brief’i verip çalışmaları beklemeye koyuluyorsunuz. Sanıyorsunuz ki “nasılsa her şeyimizi onlar yapıyor” diye sizi ve hedef kitlenizi iyi tanıyan ajansınız her mecra için o mecranın genel geçer kurallarına uygun, birbiriyle kopuk olmayan ama yine de mecraya özgü bazı özelliklerden yararlanan kreatif çalışmalarla gelecek…

Nerde!

Adam gitmiş, size satış ofisine gelen müşterilere verdiğiniz kağıt poşetin üzerine yaptığı baskının aynısını “harika tasarım yaptım” diyerek banner olarak önünüze getirmiş! Bir tek değişiklik yok ne görsel ne metin olarak! Animasyon da birbiri ardına sıralanan düz görsellerden ibaret! 6 yaşındaki kuzenim bile flash animasyonu öğrenip 5 dakikada çöpten adamları birbirine giriştirebilirken bizim ajanslar tembellikten “aynı doğrultuda”yı işlerine göre algılayıp “aynı kreatif”i her yerde kullanma çabasında…

Ee, haliyle “bu kadarı da fazla ama” diyerek haberleşme çabaları başlıyor. Gelen cevap (cevap alabildiğinizi varsayıyorum) “Bizce bu daha uygun” oluyor. Neden diye sordunuz yanıp yakılıp, “biz reklam ajansıyız, kreatif anlamda neyin işe yarayacağını sizden iyi biliriz” havasına giriyorlar. Yine bir akılsızlık edip “Eee ben de buradan önce ajanslarda çalıştım, ben de bilirim az buçuk konuyu” dediğinizde “iyi işte, halimizi anlıyorsundur” diyerek üste çıkıyorlar! Ben dünyanın hiçbir yerinde reklam ajansları haricinde müşterisinin istediği şeyi yapmamakta 3-4 kez direnen bir firma görmedim, göremem de! Ajanslar müşteri ilişkileri ekiplerine ben görmeyeli nasıl yetkiler veriyorlar anlamıyorum. Tamam, üstad demiştir ki “ajans olarak siz müşterinizin her istediğini yapmak zorunda değilsiniz, siz bazı şeyleri daha iyi bilirsiniz” diye, ama yine aynı üstad “siz de şirket olarak ajansın her dediğini kabul etmek zorunda değilsiniz” de demiştir şirketlere! 1 kez uyar, 2 kez uyar, ama müşteri inatla istiyorsa yap o Allahın belası revizyonu!



Bir de şu durum var: Üniversitede yıllarca, her pazarlama kitabında binlerce kez kafamıza çakıla çakıla denildiği gibi, “müşteriler 9 mm’lik matkap satın almazlar, 9 mm’lik delik satın alırlar” Yani, ürünün veya hizmetin ne odluğunun önemi yoktur pazarlama iletişiminde, önemli olan ürünün / hizmetin müşteriye sağlayacağı faydadır. Çünkü müşteri ihtiyacını ve vereceği parayı bu fayda ile karşılaştırarak karar verir (çoğunlukla.)

Ama anlaşılan pazarlama iletişiminin guruları olması gereken ajans ekiplerimiz bundan biraz uzaklaşmış gibiler ki, “ürünü koca koca gösterelim, gerisi önemli değil” kıvamındalar. Dün şunu duydum müşteri temsilcimden: “Eee ben zaten bu mesajı başlıkta verdim, görselde yeniden ima yapmanın anlamı yok!” Pardon, ben mi yanlış duydum, başlık ve görsel aynı kare içinde olacak diye biliyordum, bu iki temel kreatif öğe ilişkilendirilmezse Serdar Erener efendinin dediği “Reklam var olan kavramlar arasında var olmayan ilişkileri kurma sanatıdır” vecizesi?

Sonuç: En azından bazı mecralar (bkz. Basın/TV ve dijital ayrımı) ayrı ajanslarla çalışılmalıdır ki, ortaya farklı kreatif çalışmalar çıkabilsin. Yoksa, bannerlarınız gazete mantığıyla çalışıp işlemezken TV spotlarınız banner kadar “mesajı ver, hikaye anlatma” diyebilir. Vahim.

Saygılar efendim.

9 Aralık 2009 Çarşamba

BU NE TERBİYESİZLİK ORBAY...

İnsan eğer birine suçlama yapıyorsa, önce suçlama şeklinden ve içeriğinden başlayarak kendi hayatını da gözden geçirmelidir. Yoksa birini "haddini bilmezlik"le suçlarken kendi haddini aşmak işten bile değil.

Kaldı ki, söyleyecek her ne sözün varsa, gel adam gibi yüzüme söyle, sonuçta 4 sene üniversite arkadaşıydık, bir sürü olay, ortak arkadaşlar, muhabbetler, eğlenceler, fotoğraflar var geride.

Suçlama yöneltirken cevap verildiğinde göt olacağın şeyler de söylemeyeceksin ayrıca. Tükürdüğünü yalamak da var hayatta. Can Yücel'in dediği gibi: "Bizim oralarda göte göt derler" Samsun'da ne diyorlar bilmiyorum.

Ayrıca, kişiler arası karşılaştırmaya girmek de sakıncalı. "iyi örnek" olarak ortaya koyduğun adamın da bir çok kişi tarafından "bir boka yaramaz herif" olarak etiketlenmesi söz konusu. Ki, bir şeyler başarmış bir insanla hiç bir işin ucundan tutmamış, ortada aylak dolanan bir adamı karşılaştırmak da nereden çıktı. Eğer Koç'a yeni gelen nesillerin örnek alacağı adam o ise, ben "Koç Mezunu" etiketimi seve seve atıyorum çöpe.

Neden bunları yazdığıma gelince...

Orbey'in kendi blogunda yazdıklarını başlıktaki linkten okuyabilirsiniz. Savunmaya kalkışacak değilim kendimi onun laflarına karşı, ama ortada bariz yanlış olan konular var: mesela benim onun işletme bölümünden aldığı alan derslerinin toplamı kadar, belki daha fazla psikoloji alan dersi almış olmam (16 adet) ve bu alanda bir diplomaya sahip olmam. Ya da mesela Peugeot, Milupa, Carrefour, İDO, Ulusoy Turizm gibi bir çok markanın reklam ekibinde çalışmış olmam. Şu anda da Eston Yapı'nın dijital iletişim kampanyalarını yürütmem gibi...

Saygılar...

7 Aralık 2009 Pazartesi

69’U ÇOK SEVECEKSİNİZ, AMA BİZİMKİ 77 SANTİM!

Bir reklamcı olarak bazen meslektaşların uyguladıkları stratejiler aklımı başımdan alabiliyor. Bir zamanlar Ali Taran’ın “ben kitap okumam” sözüyle başlayan ve AKP’yi iktidar yolunda şahlandıran siyasi aprti kampanyaları ile kendimden geçerdim ama, M.A.R.K.A. reklam ajansının sahibi, art direktörü, metin ayzarı, kısaca her şeyi Hulusi Derici’nin yaptıkları tam anlamıyla mizahi orgazm benim için…Başlığın anlamını kavramaya çalışmadan önce, zat-ı muhterem’in portfolyosna bir göz atmakta fayda var, alıştıra alıştıra vermek lazım haberi ne de olsa…

Bkz. “almayanı tokatlayan” Regal reklamları

Bkz. “takarsan görürsün” sloganı ile “çakar çakmaz çakan çakmak TOKAI”den sonra reklam ile argonun ikinci bineal girişimi Vestel Klima reklamları

Bkz. Susurluk skandalı sonrası Mercedes’in bagajına bilimum ateşli silahı koyup “bizde böyle aksesuarlar bulamazsınız” diyen AUDI reklamları

Bkz. AVIS’in “biz ikinciyiz, o yüzden daha çok çalışıyoruz” kampanyasının bire bir Atlas Jet uyarlaması

Şimdi bu sonuncu konumuz ile alakalı, çünkü başlıkta bahsi geçen sloganlar yine Hulusi Derici imzalı bir Atlas Jet kampanyasının sloganları!

“Biz ikinciyiz ama biizmki 77 santim!” başlığını gördüğünüzde ne hissedersiniz bilemiyorum, ama uçak görselinin üstünde, başlığın altında yer alan o iki siyah “koltuk” o kadar cinsel çağrışımlı ki, başlıkla birleşince bunun “koltuk aralarındaki uzaklık” ile ilgili olduğunu bulabilene aşk olsun…

Yeni yayınlanmaya başlayan “69’u çok seveceksiniz!” sloganlı ilan ise “ilk 69 kişiye 69 TL’lik bilet” kampanyasının sloganı. Bütün ilandaki tek görselin (sağ üst köşedeki minicik uçağı saymazsak) sarışın şuh bir hostes olduğunu göz önüne alırsak “ikram olarak ne var, uçakta banyo imkanı da var mı” gibi sorular ortaya çıkıyor.

Seks her zaman satar, doğru. En azından başlığı okursunuz. “69’u kim sevmez ki” dersiniz (şahsen ben derim, ve dedim) ama okulda, işte, her kitapta kafamıza çakılan “her kampanya marka imajına uygun, onu destekleyen bir tonda olmalıdır” öğretisine bu ters düşer. Ne yani, Atlas Jet kanatlı kerhane midir ki de bu ilanlara izin verilmektedir? Reklamı “hayal etmek – tebessüm etmek – risk almak” olarak tanımlayan, “Göt” diyebilmeyi marifet ve sempatiklik sanan Hulusi Derici’nin bu haddini bilmez “yaratıcıyım beni, zıpırım, beni anlamıyorlar” havasının bedelini markalarını ona teslim eden firmalar mı ödeyecektir hep? Kaldı ki Hulusi Bey Reklam Özdenetim Kurumu’ndan bile ayar yemiştir bu tavırları yüzünden…

Velhasıl kelam, Atlas Jet’e beni bu sloganlardan sonra öldürseniz binmem, binenlere de “tacizci” gözüyle bakarım. Ama hala daha aklımda bir soru var:

Neden bayramda İstanbul Atatürk Havalimanı’nda THY ve Pegasus Havayolları kontuarları boşken Atlas Jet’in 5 kontuarında da metrelerce sıra vardı?

Yoksa reklamın iyisi kötüsü gerçekten yok mu?

İyi günler efendim…


24 Kasım 2009 Salı

McDONALDS KÜRESELLEŞMENİN AJANIDIR!

Memo Tembelçizer tarzı bir “iddia ediyorum!” başlığı ile girmişim, şimdi fark ettim yazarken.

Şöyle ki, Türkçe’ye “küreselleşme” olarak çevrilen – ki bence güzel bi çeviridir – “globalization” kavramının bence en önemli ajanı McDonalds’tır! O yüzden çok zararlı bir kurumdur. Aşağıda bu hain küreselleşme ajanlarının tam listesini veriyorum, hiçbir yerde bulamazsınız!

1 – Mc Donalds

2 – Burger King

3 – Domino’s Pizza

4 – Little Ceaser’s

5 – KFC

Şaşırdınız mı? Ama “Domino’s Türk markası?” diyebilirsiniz. Ben de “Evet” diye cevap veririm. Bu listemizi değiştirmez. Nedenine gelince…

…Bu 5 marka yüzünden gün geçtikçe “küresel”leşiyorum! Kuşağımızın tüm üyeleri birer birer, azar azar, çaktırmadan birer “küre”ye dönüşüyorlar! Göbeğimiz bizden 5 metre önde yürüyor arkadaşlar, bu sinsi istilaya karşı durmanın vakti gelmiştir!

Çıkmaz ayın son perşembesi hepinizi Taksim Meydanı’nda “Küreselleşmeye Hayır” mitingine bekliyorum, ilk işimiz İstiklâl’in başındaki Burger King’i ateşe vermek olacaktır! Ateş seni çağırıyor ey Burger!

Eylemlerimiz devam edecek!

16 Kasım 2009 Pazartesi

Aptal Üssü Dört

“Aptal ne affeder ne de unutur. Naif hem affeder hem unutur. Bilge ise affeder ama unutmaz.”


Çok yakın bir arkadaşımın facebook iletisinde gördüğüm bu alıntı beni derin derin düşünmeye itti. Ne yalan söyleyeyim, kendim hakkında derin analizlere girişmemeye karar vereli birkaç yıl olmuştu. Düşündükçe kendimi suçlar buldum çünkü yaşanan çoğu olayda, halbuki her şeyi kontrol edebildiğim steril bir laboratuar ortamında yaşamadığım sürece olayların tek suçlusu ben olamazdım.

O yüzden bu alıntıyı görünce irkildim açıkçası, “tamam” dedim, “işte şimdi boka sarıyoruz”

Yine bir başka yakın arkadaşım benim için “sen olayları, insanları, duyguları, düşünceleri, görüntüleri ve diğer bilimum yaşam öğesini kategorilere ayırmaya, onlara etiketler yapıştırmaya çalışıyorsun” der hep, çoğu tartışmamız bu yüzdendir, ben etiketlerin ve kategorilerin insan zihninin doğal işleyişi olduğunu savunurum o ise bunu “basite indirgeme”, “yaftalama” olarak görür. Alakası ne derseniz, yukarıdaki alıntı insanları üç sınıfa ayırıyor ve bunların ara geçişleri yok, cümleye göre. O zaman ben hangisine giriyorum acaba? Birlikte düşünelim:

Bazı şeyleri asla affetmem ki unutayım. Kinciyimdir, intikamımı almadan da asla içim rahat etmez. Ama beni bu hale getirmek için çok kızdırmanız, sabrımı sonuna dek kullanmanız gerekir (sabır bende çoktur bu arada, her ne kadar babam aksini iddia etse de) Demek ki ben aptalım.

Ama bazen de çok çabuk affederim, unutur da öyle devam ederim yola. Bu da aslına bakarsanız aynı kişiden ikinci kazığı yiyen dek devam eder. İnsanlara hatalarından öğrenme şansı vermek gerektiğine inanırım, ama gel gör ki alıntıda da okunacağı üzere esas yapmak gereken affetmek ama unutmamak. Demek ki ben naif de olabiliyorum, ki ben bu duruma “aptallık” demeyi daha çok uygun görürüm.

Bilgeliğe gelince…işte hayatta belki de asla ulaşamayacağım mertebe o. Yani, zeki olduğumu düşünürüm, yaratıcılık filan da var bence, ama bilgelik? Yaptıklarımızın büyük resimde nereye yerleştiğini görüp küçük hesaplara değil genel iyiliğe yönelik hareket etme çabası? Sadece çabada kalır gibi, özellikle de konu kendim olduğunda. Benim dışımdaki herkesi nasıl etkileyeceğini düşünürüm ama uzun vadede beni ne hale getirir bu seçim, onu bir türlü kestiremem, hep tökezlerim bir süre sonra. Şu an bu yazıyı yazmaya karar verdiğim için bile gelecek yıllarda pişman olabilirim ama şu an bunu yazmak geliyor içimden.

Bu son bahsettiğim olay da bence (sonuçta herkes gelip geçebilir, ama kendiniz son nefesinize dek size eşlik edecektir) aptallıktır. Şimdi eldekileri toplayınca insanlar üç gruba ayrılırken aptallar, naifler ve bilgeler olarak, ben 3 kez aptal çıkıyorum. Aptal-küp gibi. Çok da hoş olmadı haliyle bunu fark etmek, affettiğim insanlara yeniden kin beslemeye başlayamayacağım ya da “kadim düşman” nitelediğim eski can dostlarımı bir anda affedemeyeceğime göre…

Gelin bana yardım edin diyeceğim ama, İstiklâl’de saz çalıp önüne “4 çocuk okutuyorum” diye yazan adama “Bana ne kardeşim ben mi soktum seni karının koynuna her gece, tutsaydınız azcık kendinizi” demeyi bilirken size “gelin benim yaptığım aptallığı siz temizleyin” diyemem…Bu da etti aptal üssü dört…

Benden adam olmaz…

NOT: Tam bu yazıyı yazarken radyoda Teoman'ın "Paramparça" şarkısı çaldı, sözleri sanki cuk oturmuş gibi oldu..."Nasıl oluyor, vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor?"

10 Kasım 2009 Salı

Kediler Vs. Tavşanlar

1. Kediler etçil memeliler grubuna dahilken tavşanlar otçuldur. Aslında tavşanlar kemirgendirler, dolayısı ile besin zincirinde elektrik kabloları ve koltuk kılıflarının bir üstünde yer alırlar


2. Kediler siz evde değilken (mamaları, su kapları ve tuvaletleri ulaşılabilir yerdeyse) 24 saatlerini geçirebilirler eve zarar vermeden, ama tavşanınızı evde yalnız bırakmanızı tavsiye etmem

3. Kediler arada bir mırr, mırnav, miyav gibi sesler çıkararak evde bir can daha olduğunu size hatırlattıkları için bekarların gözde ev arkadaşıdır, hiçbir bekar insanın eve tavşan aldığı görülmemiştir yalnızlık çekiyor diye

4. Kediler soğuk kış gecelerinde ayaklarınızı ısıtırlar, bir tavşan en iyi ihtimalle yorganın kenarını en kötü ihtimalle ayak tırnaklarınızı kemirecektir

5. Kedi asildir, bir duruşu vardır hayata karşı. Tavşan dediğinin işi gücü… Boşuna demiyorlar yeni evlilere “Tavşan gibi” diye

6. Kediler için “Uygarlık tarihini değiştiren 100 kedi” diye kitap yazılmıştır, tavşanları ise edebiyat dünyasında kimse takmamaktadır

7. Kedilerin akrabaları ormanın kralları, steplerin imparatorları filandır. Tavşanlar en fazla Alice’e yol arkadaşı olabiliyorlar.

8. Kediler sakin yaratıklardır. Yanında elektrik süpürgesi çalıştırmadığınız sürece kaçmazlar. Tavşan öyle mi.

9. Kediler onlarca hikayenin filmin çizgi romanın kahramanlarıdır, kedi kadın mesela bir kediyi süper kahraman alt kimliği olarak seçmiştir kendine. Hangi aklı başında süpre kahraman tavşan-adam veya tavşan-kadın olmak ister ki? (Burada Süper Kene’yi ayrı tutuyorum…)

10. Kedi dediğin senle aynı haklara sahip olduğuna inanıp onun gibi davranır. Ve hatta ona bu hakları vermezsen protesto eder, eylem yapar. Tavşanlar bu tür sosyal duyarlılıklardan yoksundur.

İşte böyle efenim, görüleceği üzere Tavşanlar Kediler karşısında 10-0 yenik durumdalar!

SONUÇ: Üzgünüm hayatım ama evime bir tavşan almayacağım!

6 Kasım 2009 Cuma

ZIPLAYAN BORDO MEKSİKA FASÜLYELERİ

Bazen hayat tam anlamıyla “bunaltıcı” olur. İşyerindesinizdir. Sabah hava yağmurlu ve kapalı diye kalın giymişsinizdir ama hava 26 derece olmaya karar vermiştir. Masanız ofisin güney cephesi camının tam yanındadır. Zaten en ufak ışığa bile tepki veren gözleriniz Haliç’ten yansıyan akşam güneşinin ışıkları ile sizi migren diyarına çağırmaktadır. Havalandırma çalışmaz, çalışsa bile takvimler Kasım ayını gösterdiğinden ısıtmaya ayarlanmıştır merkezi sistem. Soğuk su içmekten mideniz ağrımaya başlar.


Bir sürü mail gelir, bir sürü mail gider. Onaylar, revizyonlar, kaçan deadline’lar, faxlar, medya takipleri…İşinizin haftasonu Pazar gününüzü tamamen yiyeceğini düşünerek iyice karartırsınız içinizi. Çalan ritmik şarkılar bile aptalca gelir o an. Bir an durup ofisin ortasında “yeterrrr!” demek istersiniz, taaa Ankara’dan gelen arkadaşınızı bile göremeyeceksinizdir çünkü.

“Acaba Cumartesi onu görebilecek miyim?” diye düşünüp “Ya görüşemezsek” kurdu düşürürsünüz içinize. Aklınıza bir önceki gün ofise gelişi gelir, gülümsersiniz kendi kendinize. Yaptıkları, söyledikleri, söylemediklerini yeniden yaşayıp onu yanınızda istersiniz o an. “Keşke şimdi yanımda olsa, ama buradan çoooook uzakta olsak” dersiniz. Sadece balıkçıların ve kapılarının önünde tavla oynayan şarküteri sahibi hoşsohbet yaşlı amcaların olduğu bir güney kasabasında mesela.

Tüm bunları düşündükçe ofis duvarları üzerinize gelmeye başlar, başınız ağrır, nefesiniz tıkanır, üstünüzdeki gömlek bile fazla gelmeye başlar. Kravatınızı çıkarıp çekmecenize atarsınız o an. “Şimdi çıkıp gitsem ne güzel olurdu” dersiniz.

Ve tam o anda, bir mesaj sesi duyulur cep telefonunuzdan. “Yine kesin ya AVEA’dır ya da Migros” diye tiksintiyle elinize alırsınız telefonu, bakmadan açarsınız mesajı ön yargıyla. Bilerek biraz erteleyip telefonu yeniden elinize alırsınız ve mesajı okursunuz…

Ve birden içinizden “zıplayan bordo bir Meksika fasulyesi” olmak geliverir…

(ÇÜNKÜ NORMAL YOLLARLA BU SEVİNCİ ANLATMANIN YOLU YOKTUR)

4 Kasım 2009 Çarşamba

MISRALARA SIĞMAYAN DOSTLUKLAR…

Siz hiç hayatınızda birinin “şerbet”i oldunuz mu? Ben oldum efendim…

Yalnız hatırlatayım hemen, şerbet tatlıların üzerine dökülür, yani hamurunuzda yoksa sonradan olamazsınız he he 

Hayat cidden çok sürprizli, ve dünya gerçekten çok küçük. Neler neler oluyor, hiç alakasız bir yaşamla nasıl da kesişiveriyor bir yerlerde size çaktırmadan…

Bundan bir yıl kadar önce bir gün facebook’da tanımadığım birinden bir mesaj aldım, profilimde paylaştığım bir şiirin gerçekten bana ait olup olmadığını soruyordu, evet dedim.

Ben şiirlerimin bir kısmını yine yıllar önce antoloji isimli bir sitede paylaşmıştım sonra da siteye giriş şifremi bile unutmuştum. Meğer aradan geçen zamanda ben bir şair olarak meşhur olmuşum, insanlar şiirlerimi bloglarına, forumlara, başka şiir sitelerine vs. yazmışlar. Google’e adımı girdiğimde şaşırıyorum hala daha.

Bu arkadaş da bir şiirimi okumuş, çok beğenmiş, şairini merak etmiş ama bulamamış hakkımda bilgi bir süre… Sonra aklında facebook’da Mustafa Bilen’leri aramak gelmiş, benim de profilim açık ya, o çok sevdiği şiiri benim profilimde görmüş.

Uzun süre bana mesaj yazmakla yazmamak arasında gidip geldikten, hatta birkaç yazıp sildikten sonra sonunda cesaret edip yazmış. Aslında benim şiiri bir yerden aldığıma, isim benzerliğinden faydalanarak da kendiminmiş gibi yazdığıma inanıyormuş, çünkü o şiiri yazmak için yaşım çok küçük gelmiş ilk başta.

İyi ki de o mesajı atmış. Şimdi SBY’ciğim en iyi dostlarımdan biri, bu hayata aynı gözlerle baktığımı düşündüğüm çok değerli birkaç insanın arasında, ve bana eğer iyi günümdeysem (iyi olmam onun için sanırım optimist ve herkese umut veren halim demek) bana “şerbetim” diye hitap ediyor 

Bir gün öyle şaşırdık ki, meğerse ne kadar da alakalıymış hayatlarımız. Şimdi gülüp geçiyoruz ama, o zamanlar çok kırılmıştık tabi…

Neyse, esas fikir: Ankara’da bir şubem var, ben de onun İstanbul merkez bürosu olarak çalışıyorum, bekleriz efendim 

Sevgiler!

NOT: SBY, bu yazıyı tanışma yıldönümümüzde yazacaktım ama araya olaylar girdi, affet beni, biliyorsun, daha “masum bir duvarı süsleyen altın varaklı iki yazı” olacağız, “başka türlü bir şey” olacak bu da 

2 Kasım 2009 Pazartesi

Gel Zaman Git Zaman, Ama O Ne Zaman?

Meteoroloji Genel Müdürlüğü: “Şu an yağmur yağmıyor ancak ne zaman yağacağını bilemiyoruz”


IETT: “45 dakikadır beklediğiniz otobüsün durağa önümüzdeki 15 dakika içinde gelmeyeceğini biliyorum fakat ne zaman geleceği hakkında bir malumatımız yok”

Taksim Tramvay Restoran “Siparişinizin henüz gelmediğini biliyorum beyefendi ancak ne zaman geleceğini bilmiyorum”

Eski platonik aşkım: “Seni şu an sevmediğimi biliyorum Mustafa, ama ne zaman seveceğimi ne yazık ki bilemeyeceğim”

Recep Tayyip Erdoğan: “Açılımla ülkeye giren teröristlerin bugün de pişman olmadıkları konusunda bilgilendirildik amma velakin ne zaman pişman olacaklarına dair Amerika’dan bir bilgi gelmedi”

ManAjans: “Web sitelerinizi dün yayına geçirmek için sözleşme imzaladığımız halde henüz on-line olmadığını biliyoruz ancak ne zaman yayına gireceğiyle ilgili net bir şey söyleyemiyoruz”

Eston Yapı: “Maaşların bugün de yatmayacağını biliyorum, ama ne zaman yatacağını bilemem”

Ben: Yarın Kasım ayı planlama toplantısı olduğu halde işe gelmeyeceğimi biliyorum, ama ne zaman geleceğim hakkında hiçbir fikrim yok!

Bugün gıcıklık yapma potansiyelim zaten vardı, sevgili şirketim sağolsun kinetik enerjiyle doluyum şu an!

Az önce Tramvay restoran’da hesap pusulası ile ilgili başımdan geçeni anlatıyorum:

Menüde parmesanlı yazan makarna parmesansız gelmiş. Garsonu çağırmışım ve parmesan istemişim, “peki efendim” cevabını almışım ve beklemeye başlamışım. 15 dakika geçmiş, ben artık dayanamayıp makarnanın yarısını yemişim, parmesan veya garsondan bir haber çıkmayınca yeniden çağırmışım ve “Ben 15 dakika önce parmesan istemiştim ama?” diyerek soru işaretini ses tonumla birlikte bakışlarıma da yansıtmışım. Sonuç?

“Ben onu duymamışım efendim, hemen getiriyorum!”

Parmesan bildiğiniz kahvaltılık setlerinin içindeki minik reçel kapları içinde geldi.

Duymadığı halde neye istinaden bana “peki efendim” cevabını verdiği kısmını geçtim, şimdi de hesabı istedikten sonra olanlara bakalım:

Hesapta parmesan için 1 TL ücret aldıklarını gören ben kasaya gider ve kasadaki beyefendiye:

- Pardon ama, menüde yazdığı halde makarnanın üzerinde olmayan, istememe rağmen 15 dakika geç gelen parmesan için neden ücret talep ettiğinizi öğrenebilir miyim? Hayır sadece üçte birini kullanmıştım, mümkünse kalanını paket yapmanızı rica ediyorum!

Bu sefer aldığım cevap biri şaşkın biri “off amma kıro adam” manalı iki bakış oldu. Şimdi siz söyleyin, ben mi gıcığım ya?????

27 Ekim 2009 Salı

MAKYAJ ODASI ŞARKILARI

Canım da nasıl rakı istedi var ya…”Makyaj odasıyla rakının ne alakası var?” diyenler, sizi takip eden satırları okumaya davet ediyorum.


Suzan Kardeş adını bilmeyenler için, BKM’nin makyözüdür efendim kendileri. “Bir Demet Tiyatro” ile başlayan, yıllarca devam eden bir hikayedir Suzan Kardeş ve BKM oyuncularınınki. Acısıyla tatlısıyla, bizi güldürürken kimbilir onlar neler çekmişlerdir. Ama konumuzbu değil.

Suzan Kardeş bundan 12 yıl önce “Bekriya” adında bir meyhane açtı. Bu mekanda mikrofonsuz sistemsiz gitar eşliğinde Balkan türküleri söylerken Sezen Aksu mucizesinin yolu oradan geçiverdi, ve biz de Suzan Kardeş’in bilmediğimiz, ama öğrenmekten çok mutlu olduğumuz bir yönünü keşfettik. İyi ki varsın be Sezen, hemşehrim benim!

Suzan Kardeş’in son albümü “Makyaj Odası Şarkıları” adını taşıyor. Albümde Kardeş’in bunca yıldır makyözlüğünü yaptığı, bir yandan yüzlerini sahneye hazırlarken bir yandan dertlerini, sevinçlerini paylaştığı onca oyuncu birbirinden güzel şarkılar ile eşlik ediyorlar. Kimler yok ki…Yasemin Yalçın, Demet Akbağ, Şebnem Sönmez, Haluk Bilginer, Yılmaz Erdoğan, Olgun Şimşek, Güven Kıraç, Nejat İşler, Fikret Kuşkan, Özgü Namal, Oya Başar, Meltem Cumbul, Erkan Can, Cem Yılmaz, Halil Ergün ve Sezen Aksu…

Haluk Bilginer’den “Sweet Dreams” dinleyip sesine hayran olduysam, “Sen de başını alıp gitme ne olur”u ondan duyduktan sonra Sweet Dreams’i unuttum bile. Yılmaz Erdoğan’ın Musa Eroğlu’ndan bile iyi söylediğini düşündüğüm “Telli Turnam” ve Özgü Namal’ın tüm o saf güzelliğini katarak yorumladığı Goran Bregoviç klasiği “Ederlezi”, Şebnem Sönmez’in sesinden “Yovano Yovanke”, Nejat İşler’in “Hancı”yı söylerkenki içtenliği…

Balkan ezgilerini hep sevmişimdir, sevdayı, acıyı, ama aynı zamanda umudu bu kadar iyi anlatabilen, notaları yüreğe bu denli berrak ulaştırabilen çok az müzik kültürü vardır. Fikirlerine sağlık sevgili Suzan Kardeş, sesşn, elelrin dert görmeye…Vefalı dostların snei hiç yalnız bırakmazlar dilerim ki…

Albümü lütfen satın alın, çünkü Suzan Kardeş’in tüm bu güzel seslerle olan dostluğunu görmenizi çok isterim…Rakınızı da koyun ama masaya albümü dinlerken, belki siz de bir parçası olursunuz bu Balkan masalının…

26 Ekim 2009 Pazartesi

GÜNDÜZ REKLAMCI, GECE PSİKOLOG

Hayır, çoklu kişilik bozukluğu (MPD) yaşamıyorum efendim, yanlış algılar oluşmasın kafanızda…

Bundan yıllar önce kız arkadaşım adli tıp okumak istediğini söylediğinde tepkim biraz da şakayla karışık “oku tabi bunu istiyorsan, ama sakın akşam eve iş getirme, dellenirim cebinden başka erkeklerin böbreği dalağı çıkarsa” olmuştu. Evet, espri yeteneğim o günlerden bu yana evrim geçirdi diyebiliriz.

Şaka bir yana, hani o meşhur tanımlama vardır ya, “işine özel hayatını karıştırmayacaksın, profesyonel olacaksın” derler…Boşandıkları halde aynı ofiste çalışmaya devam eden çiftler, kuliste birbirlerinin kafasına atılmadık şişe bırakmadığı halde sahnede sarılıp mutlu mesut şarkı söyleyen oyuncular…

Bir de bunun tersi var aslında, ama kimse pek düşünmüyor gibi: Özel hayatına da işini karıştırmayacaksın kardeşim! Bu daha da beter, hani öbür tarafta insanlar “vay be, ne kadar profesyonel” diyorlarsa da, burada kimse hiçbir sıfat altında takdir etmiyor gerçekleştirdiğin büyük başarıyı!

Misal, beni ele alalım. Bakınız, elimde iki adet diploma var. Birinde işletme yazıyor, birinde psikoloji. Yani, hal-i hazırda yetkin ve yetkili bir psikolog olarak hayatıma devam ediyorum. Ama insanların anlamakta güçlük çektiği bir başka kavram ayrımı olarak “meslek” ve “kariyer” konusu işe karışıyor: benim mesleğim psikolog olabilir, ama ben reklamcıyım efendim. Bu böyle biline.

Gelmek istediğimiz nokta şu: benim reklamcılık yaptığımı, mezun olduğumdan beri esas mesleğimle ilgilenmediğimi aklına getirmeyen yakın çevrem, ne zaman başları sıkışsa “sen psikologsun yardım et” diyerek bana koşuyorlar. Hani yakın arkadaşlara, aileye filan ilişkilerimizin samimiyeti çerçevesinde destek oluyoruz ama, üst kat komşumun yeni doğum yapan gelini de gelmesin be kardeşim! Hayır, bir de millet kendi teşhisini çoktan koymuş, öyle geliyor. Pardon da, biz neciyiz burada? Genel kural şudur: Arabanızı tamirciye götürdüğünüzde “Usta bunun şurasında şu var” derseniz usta önce sizin dediğiniz arızayı, sonra da kendi bulduğu gerçek arızayı giderir. Siz de iki katına çıkmış faturanızla kalırsınız. Halbuki dilinizi azcık tutsanız cebiniz daha az hafifleyecek.

Hem kimsenin düşünmediği bir şey var ki hepsinden fena. Şöyle ki, her psikolog adayı eğitimi boyunca şu kurala çok katı bir şekilde uymak üzere yetiştirilir: “Öğrendiklerini kendin ve yakın çevren üzerinde uygulamayacaksın” Neden? Çünkü bunu yaparsan kendine ve sevdiklerine toz konduramayacağın ya da objektif olamayacağın için teoriyi çarpıtmaya başlarsın. Hele kendin üzerinde analizlere çok girersen bir süre sonra kendini tüm savunma mekanizmalarından sıyrılmış şekilde, depresyonun eşiğinde bulma ihtimalin yüzde bir milyon.

Bu yüzden, ey sevgili arkadaşlarım, bana da insaf edin. Psikoloji eğitimi aldım diye her derdinize deva olamam ki…Hem, çoğu zaman, bir arkadaşın görevi bir psikologunkinden çok farklı ve daha zordur. Arkadaş dediğin destek olmakla yükümlüdür, sorgulamakla vs. değil…Hem bazen çok garip isteklerle geliyorsunuz, kendisini terk eden nişanlısını yeniden kendisine döndürmemi isteyen arkadaş mesela, sen psikolog niye arıyorsun bir anlasam…

Özetle, arkadaşınız olmakla psikologunuz olmak arasındaki ayrımı yapmak beni o kadar zorluyor ki, bazen tersliyorsam üzgünüm…Sevgiler!

23 Ekim 2009 Cuma

15 PKK’LI İSTANBUL’A “GİRECEK”MİŞ !!!

Her biri birer Fatih Sultan Mehmet mübareklerin!


Beni tanıyanlar bilir, toplum ile ilgili bilincimi kazandığım günlerden beri politikadan uzak durmaya çalışırım. Bu davranışım yüzünden lisede de üniversitede de bazı arkadaşlarım tarafından “burjuva çocuğu”, “vurdumduymaz” ve hatta bazen “vatan haini” ilan edilsem de, durum budur. Siyasal bir görüşe sahip olmadığımı sanıyorlarsa yanılıyorlar, elbette benim de benimsediğim görüşlerim var. Ama siyasi bir görüşü benimsemekle politikaya karışmak (ya da bu sıfatları bana verenlerin yaptığı şekliyle politikaya karıştığını sanmak) ayrı şeydir. Çok ayrı iki şeydir.

Konu bu değildi ama dayanamadım. Neyse.

Şu “Demokratik Açılım” ve hayatımıza kattıkları konusunda yazmamak için çok direndim, hatta Kandil’den gelen sözde “Barış Grubu”nun Türkiye’ye girişinde gerçekleşen gösterileri masamı yumruklayarak izledim ama siyasete karışmama kararıma sadık kaldım. Ama bu son habere artık dayanamayacağım. Sinirlerim kaldırmıyor.

Ne demek “İstanbul’a girecekler” ya?

“Girmek” kelimesi bir şehri ya da kaleyi fetheden muzaffer komutanlar, krallar için kullanılır. Habur’daki gösterilere “Ne oluyoruz, bu T.C. Devleti’nin attığı bir barış adımıdır, terör örgütünün kazandığı bir zafer değildir, nedir bu bayrak açmalar, zafer çığlıkları” diye tepki verdiğimizde DTP sözcüleri “bunların gösteri olmadığını, Kürt milletinin (bak bir de millet diyor, cinlerim tepeme çıktı yine) barış sevgisini gösterdiğini” söylemişlerdi. Nasıl bir barışsa bu artık, dağdan gerilla kıyafetleri ile geliyorlar, sınır kapısında “pişman değiliz” diyorlar, biz de askerlerimizi şehit ettikleri için pişman olmayan bu soysuz sürüsünü serbest bırakıyoruz. Neden? Çünkü bin yıllık Türk gururunu iki paralık eden siyasilerimiz “Sayın” Apo ile anlaşma yapmışlarmış, bu da anlaşmanın parçasıymış. Bir devletin kendisine yıllardır kan kusturan bir terör örgütü ile pazarlığa giriştiği nerede görülmüş? Olur mu öyle şey ya!

Bu yaşananların şov olmadığını iddia eden DTP’liler, şimdi “Avrupa’dan gelecek 15 PKK üyesinin İstanbul’a girişini şenliklerle kutlayacaklarını” iddia ediyorlar. Hem de hiç utanmadan “bu girişin bilinçli olarak 29 Ekim’den bir gün öncesine denk getirildiğini” açıklayarak. İsrail’e “one minute!” diye bağıran Recep Tayyip Erdoğan ise DTP’ye sadece uyarı göndermek ile yetiniyor.

ETA’nın İspanya ile imzaladığı ateşkes anlaşmasını hatırlayalım. İspanya ETA’nın Bask halkı için istediği özerkliği ve hakları tanımış olmasına rağmen 2 ay geçmeden ETA yeniden eyleme geçmiş, hatta tarihinin en kanlı eylemini yaparak “tam bağımsızlık verilmediği sürece ateşkes yaşanmayacağını” ilan etmişti. Bugün sırf anadillerinde yayın yapmalarına izin veriyoruz diye Kürtlerin terör eylemlerini bırakacağını sanıyorsak yanılıyoruz, Kandil “Barış Grubu”nun ülkeye gösterilerle geldiği gün PKK’nın Hakkari’de bir konvoyun yoluna mayın döşeyip 1 can alması yanıldığımızın en büyük göstergesidir.

Bu “barış” çözümünün işe yarayacağını sanmıyorum. Bu bir “uzlaşma” değil çünkü, resmen PKK varlığını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne haklı bir direniş göstererek kabul ettirmiş gibi davranıyor. Kürt anaları ağlamasın derken, yıllardır anası ağlayan Türk milletinin sabrı tükeniyor.

Benim gibi oldukça liberal düşünceli kesimi bile ırkçı ve iç savaş canlısı hale getiren bu “açılım” için tek sözüm var: Madem bu kadar “açılıyoruz”, bari PKK’lılar gece gelsinler de adet yerini bulsun.

22 Ekim 2009 Perşembe

Tuna Olmak Ya da Olmamak

-- Eski bir yazıdır, arşivlerden fotoğraf aranırken bulunmuştur, lezzetlidir bence, afiyet olsun efendim...  --

Tuna olmaktan çok korkuyorum…Ölesiye korkuyorum, o kadar ki korkum yüzünden her gece ölüyorum. Yalnız olduğumu – yalnız kaldığımı daha doğrusu – çok iyi anladığım şu iki ayın her gecesi belki bunu düşünüp bunu düşlüyorum. Düşlerin kabusa dönüştüğü zaman kabus olarak başlamalarından daha korkunç olduğunu biliyor musun? Ben biliyorum.


Ne kadar yapıştı ve yakıştı üstüme o Tuna rolü…Aynı yaşlarda başlayan bir tutkunluk, aynı doğaüstü çekim, sessiz sakin iyi huylu bir çocukluğun ardında gizlenen o fırtınalı ve derin iç dünya, belki doğuştan gelen belki seçimle giyinilen o “asi romantik” karakter…Asi olduğumu iddia eden herkes, hiç mi düşünmediniz neden bir türlü bu duruma itiraz edip baş kaldıramadığımı? İstemedim mi sandınız acaba?

Roller o kadar güzel dağıtılmıştı ki, düşünmeye gerek bile yoktu, herşey ortadaydı. Ben hep tutkun kaldım, ben hep gölgesinde kaldım o daha keskin karakterlerin…Sahip olma duygusu yerine sınırsız bir sevginin uzantısı olarak onun mutluluğunu isteme durumu…O kadar kroniktir ki, sesiniz çıkmaz kalbiniz hüzünden paramparça olduğunda bile…Evet, hüzün; çünkü kıskançlığı ne bildi ne de bilecektir bu asi romantik, kıskanmak sahip olmanın yoldaşıdır çünkü…

Hala daha şu yaşımda, bana verilenlerle (sevgi, ilgi, aşk, tutku, zevk, övgü…) değil benim verebildiklerimle mutlu olurum. Herkesin hayatında bir sıfatım var en’le başlayan: en iyi arkadaş, en sıkı sırdaş, en iyi insan, en arkadaş canlısı çocuk, en nazik insan…Tüm bunların üstüne insan nasıl kendini düşünebilir ki? Nasıl bu kadar çok kişi onlar için bu kadar çok şey ifade ettiğimi cömertçe ortaya koyarken ben kendimi düşünebilirim? Düşünemedim de…

Tuna’dan ayrıldığım belki de tek nokta seçtiğim meslek olmuştur, ki onda da büyük bir hata yaptım sanırım, edebiyat öğretmenliği çok daha sağlıklı olabilirdi…

Şimdi yıllar sonra, ilk gençlik yaşlarımdaki diğerlerine kapalı hayatımın vahim bir sonucu olarak, hala daha aynı acıyı yaşatıyorum kalbimde. İçimdekileri hiçbir engele takılmadan ortaya koyabilmek o kadar zor ki, bu dünyanın kurallarının bana uymadığı çok açık. Sessiz bir özlemle uyanıp her gün çok yakınında olduğum ama asla uzanamadığım hayalimin mezarını yaşıyorum.

Fiziksel anlamda Ada’yı yitirdiğim günden beri hep o kavramı arıyorum. Ada’sız olmanın hayatımda bıraktığı o dünyanın kendisinden daha büyük ve korkunç boşluğun kenarında sallanıp duruyorum. O kadar mükemmel, o kadar parlak ki Ada’nın imgesi (Bir zamanlar hayatımda olan kişinin gölgesi değil bu, onun bedeninde var olduğunu düşündüğüm o kumral roman kahramanı, o sıcacık gülümseyişli o bol yetenekli ve sevecen bal kız…); uçuruma atlayasım geliyor zaman zaman, hatta deniyorum bile, ama uçurum beni kabul etmiyor. Düşünebiliyor musun? O muhteşem aşkın (Evet bu bir aşk, yine roman kahramanı olan o müthiş şair Doğan Gökay’ın dediği gibi: Aşkn bin türlü çeşidi vardır ve her çeşidi acıtır) yokluğu bile beni kabul etmiyor! Bu dünyada yaşamanın nasıl bir ızdırap olduğunu tahayyül edemezsin, özellikle de bende vücud bulmuş bu kendini diğerlerine adamışlığı hesaba eklersen…

Ama korkularımın daha da büyüğü bambaşka…Ben Meriç’ten korkuyorum. Biliyorum ki orda, beni o yıllardan beri izliyor, bana sahip olmak istiyor, ve bunu o kadar ustaca yapıyor ki bir gün onu hayatıma kabul eden, ondan bunun için izin isteyen ben olacağım. Sırf bu teklifimin ona vereceği mutluluğu düşünerek (“Ada’nın sana yaptığını sen de ona yapıyorsun”) kendimi vereceğim. İçimden kimbilir ne çığlıklar gelecek, ama ben yine sessiz sakin, intihar edeceğim. Ve bunu bir tek Ada bilecek.

21 Ekim 2009 Çarşamba

2 MİLYON DOLARINIZ OLSA, BİR GÜN DAHA ÇALIŞIR MISINIZ?

Ekip olarak bugün boatshow jr.’daydık efendim. Jr diyorum çünkü esas büyük, o yeri göğü inleten, denizlerin babası Poseidon’u yerinden kaldırıp şehr-i stanbul’a getiren fuar Şubat ayında CNR’da yapılacak. Bu bahsettiğim Cityport MarinTürk’te düzenleniyor.

Unutmadan, Eston Deniz projesinin standı tam girişte, merdivenlerden inince sizi bekliyor. Gelin, İstanbul’da yatınızı evinizin önündeki marinaya demirleyebileceğiniz tek bahçeli villa projesini görün, tavsiye edin, uğramışken Pendik sahilinin soğuğuna karşı içinizi ısıtacak çorbalarımızdan ve leziz mi leziz ikramlarımızdan faydalanın :) Davetiye isteyenler bana ulaşsın.

Neyse…Standımız tam “Yatchley” standının yanında olduğu için Arap şeyhlerine, prenslerine o meşhur füzesavarlı, 10 km. çaplı jammer’lara sahip savaş gemisi modundaki yatlarını üreten firmayı yakından tanıma şansı bulduk. Fuara hiçbir örnek tekne getirmemişler, zaten getirseler marinaya sığmazdı tahminimce, en küçük tasarımları 50 m. civarında.

Daha bir çok irili ufaklı tekne var, cami yeşili kaplamalı olandan tutun 8 metrekarelik gövde üstüne 4 kat çıkanına dek. Çoğu işe yaramaz, yani o derece ki, üstüne para verseler “benim yatım da bu” diye almam (göbek adım da Yakup Kadri, yerseniz)

Biz de ekip olarak açılış törenini Cafe Crown’ın terasından izlerken bu para mara işlerine geldi konu. 2 erkek 2 kadından oluşan Eston Pazarlama Ekibi resmen ikiye bölündü bu konuda. Baybora “2 milyon dolarınız olsa bir gün daha çalışır mısınız?” diye sorunca, ekibin bayanları hemen “tabii ki çalışırız” dediler. Ben çalışmam. Baybora ile aynı fikirdeyiz, ömrümüz boyunca çalışsak, 2 milyon dolar’ın getireceği aylık 30 bin TL’lik faizi maaş olarak alamayız. Bu durumda, buna oranla devede kulak kalan maaşlarımız için bu kadar sıkıntı çeker miyiz? Bir gün daha çekmeyiz. Ama sevgili bayanlarımız “30.000 TL ne ki? Yetmez ki o, çalışmak da lazım” deyince, bir şaştık. Hani bu lafı ayda 150.000 TL maaş alan bir CEO iseniz söylemeniz normal de, maksimum alacağınız ne olabilir ki bir şirketin pazarlama yönetmenleri olarak?

İnsanlarda şu var: kazançları 5 kat yükselse, hemen hayat standartlarını da 5-6 kat yükseltiyorlar. Halbuki 5 kat fazla kazanıp 3 kat iyi yaşayabilirsin ve hala daha çok büyük bir gelişme olur. Siz de tutup da Nişantaşı’nda bir mekanı kapatıp tüm arkadaşlarınıza sınırsız parti vermeyin. İnsan düşünmeden edemiyor, “30.000 TL yetmez ki” diyen hatunla nasıl yaşanır acaba? Üstlerine alınmasınlar ama, böyle hatun düşmanımın başına bile gelmesin, aman diyyim. Batar sonra adamcağız…

2 milyon dolarım ve aylık 30.000 TL faizim olsa, işimi direkt bırakırım. Kendime güzel bir kayıt stüdyosu ve enstrümanlar alırım, müzik işine girerim. Çalışmam demiyorum, çalışırım ama sevdiğim işi yaparım.

Gidip bir sıradan atkıya 300 dolar veren biri değilim, vereni de anlamam. 2 milyon dolarsım olsa siz okuyucularımı da hala daha tanırım, o kadar da iyi bir adamım işte :)

Velhasıl kelam, etrafta zengin insanlar ve pahalı tekneler görünce, zenginin parası züğürdün çenesini yordu, bir de 2 milyon dolarlık hayallerimizle Beyoğlu’ndaki ofisimize geri döndük. Kimsenin kıçı gece açıkta kalmasın, valla üzülüyor insan rüyadan uyanınca :) …

Sevgiler efendim; marinanızdan ayna kıç, banka hesabınızdan 2 milyon dolar hiç eksik olmasın…

20 Ekim 2009 Salı

Rejim Aleyhtarı Gösteriler ve Diyetisyen Cuntası

Rejime başladım efendim. Evet evet, yanlış duymadınız, rejimdeyim.


Ama öyle popüler beyefendiler gibi “Diyetisyenimin tavsiyelerine göre” yapmıyorum.

Nasıl ki Recep Tayyip Erdoğan demokrasiyi kendi bildiği gibi uyguluyor, ben de kendi rejimimi uyguluyorum.

Öncelikle, kola yassah gardaşım. Kolanı da al git!

Benim için youtube’dan bile üzücü olan bu yasağı kendi kendime koymuş olmam da ilginç tabii…

Bir kola bağımlısı olarak, Pazar akşamından beri tek damla içmedim, başım çatlayacak derecede ağrıyor, bedenimdeki bilimum damar büzüldü resmen, kangren olacağım ve kafamı kesecekler diye korkuyorum ama dönüş yok.

Biliyorum, daha önce de denedim kolayı bırakmayı ama beceremedim, AA tarzında bir “kolakolikler” grubu olsa cidden katılacağım her toplantılarına. Hatta son içtiğim kolanın şişesini güzelce saklayıp kitaplığımın üstünde sergileme düşüncesi içindeyim, belki mezartaşı filan da yaptırırım kendilerine.

Sonra…gece atıştırmak yok! Bu da zor oldu, özellikle benim gibi gündüzleri uyuklayıp gece üretken hale gelen bir insan için. Photoshop başındayken çikolata yiyememek, film izlerken ya da yazarken ağzına güzelce soslanmış bir cips atamamak büyük işkence. Gerçekten de insanın insana yaptığını kimse yapamaz.

Fast-food’a gümrük vergisi koydum, artık sınır kapılarım kapalı. Hatta bütün Burger King ve Domino’s Pizza bayraklarını indirttim, şehitlik olsa astırmam, öyle de kinci ve inatçıyım (öhöm!)

Yürüyorum, bol bol yürüyorum. Eskiden şikayet ederdim evime en yakın durak baya uzak diye ama, şimdi mutluyum. Akşamları Halaskar Gazi bulvarındaki trafik de işime geliyor, yarı yolda sıkılıp iniyorum, eve dek tabanvay.

Öğle yemekleri ya salata ya da ızgara. Kızartma kesinlikle yok, salataya zaten ezelden beri limondan başka sos koymam, bir Ege’li olarak garip geliyor ama salataya zeytinyağı bile koymam. Patronum yağsız salatanın ot olduğunu iddia ediyor, belki de haklıdır ama damak zevki işte…

Bu ani karar nereden çıktı derseniz, Pazartesi sabah işe gitmek için giyinirken en sevdiğim siyah gömleğimi göbeğim yüzünden giyemediğimi fark ettim, o an tepem attı, “görürsün sen!” diye bağırdım göbeğime. Kahvaltı saatlerinde kendisine uyguladığım ambargo İsrail’in Gazze’ye uyguladığından bile katı olduğu için homurdandı bana sadece cevap olarak.

Neyse…Aslında üniversiteye girdiğimden beri lise yıllarında yerinde yeller esen bu göbekten kurtulmaya çalışıyorum ama her seferinde göbeğime “yastııııkkkkk!!!” diyerek sarılan kız arkadaşlarımın (hepsi mi göbek sever bu kızların?) engellemeleri ve gerilla çalışmaları sonucu başarısız olmuştum, bu sefer karşı çıkanım yok, hatta destekleyenim var, mutluyum gururluyum!

Ey kızlar, size sesleniyorum buradan: Yakışıklı, filinta gibi, incecikken tavladığınız erkekleri sırf sizden başkası beğenmesin de sizi aldatmasınlar diye göbeklendirmeyin, yazıktır günahtır! (Bu iddiam yüzünden beni linç edecek karşı cinslerimi sportmenliğe davet ediyorum…)

İyi günler efendim, rejim aleyhtarı gösterilere karışmayın, provokatörlerin gazına gelmeyin!

Tzygane

19 Ekim 2009 Pazartesi

Harun Yahya'nın Seyir Defteri

Ben anlamam kardeşim.

Takma isim kullanmaktan hoşlanmadığımı dünya alem bilir, nick kullandığım her yerde mutlaka açık adım da yazıyordur.

Adnan Hoca'nın ise bu konuda benden öte bir hali var. Harun Yahya denen şehir efsanesinin o olduğunu bir eski kedim Satemin bilmiyor, hatta belki o bile biliyordur, ama hala daha etkilerini silemedik hayatımızdan, "kim ki bu densiz?" diye soruyorum kendime her görüşümde. Sonradan düşüyor jeton.

Son bombamız google üzerinden işimle ilgili bir arama yaparken düştü gündemime. Bir çocuk düşünelim, yaş aralığımız 6 - 12 olsun. Okumayı yeni öğrenmişiz, internet nesli olduğumuz için zaten "ali topu tut" yerine "ali google'a gir" yazıyoruz. Girdik mi, girdik. Çocuk olarak ilk aklımıza gelen "çocuk siteleri"ni gezmek olacağına göre arama motoruna da "çocuk" ya da "çocuklar" yazıyoruz. Ve bakıyoruz çıkan ilk siteye...

O da ne? cocuklaricin.net adresli sitenin anchor text'inde aynen şu yazıyor:

"Sevgili çocuklar, bundan 150 yıl kadar önce Charles Darwin canlılığın nasıl oluştuğu konusunda ortaya mantıksız bir teori attı. Bu teori, gerçekle hiçbir ..."

Destur demeden sıralanan bu sataşmaları merak eidp giriyorsunuz, sitenin alt başlığı bir tokat daha gibi geliyor:

"Darwin Amca, biz hiç değişmedik!"

Hoppala! Aziz Nesin'in meşhur hikayesindeki Arap Şeyhi gibi "Du bakali n'oolcek" diyerek aşağı iniyoruz. Charles Darwin'in evrim teorisine sonuna kadar inanırım. Bilim dünyasında doğruluğu bu kadar örnekle kanıtlanmış teorilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Newton Fizik Modeli bunlardan biriydi, o bile kuantum teorisi ile "her daim geçerli" sıfatını yitirdi.

Neyse, sorunumuz bu değil. Aşırı İslamcı kesimin evrim teorisine kaşrı çıktığını, kutsal kitapları Kuran'da bunun tersinin iddia edildiğini biliyoruz. Kimsenin inancına karışmak, inandığına çamur atmak bize düşmez ama, onlara düşüyor demek ki ki, Darwin'i "mantıksız, saçma, yanılgıya düşmüş, sapkın" diye niteliyorlar. Hem de okumayı yeni öğrenmiş çocuklar nezdinde.

Çocuk aklıyla Google aramalarında en üstte çıkan sitenin en doğru olacağını düşünürsek, buna bir de okulda Darwin adı geçtiğinde "ben internette okudum, yalan bunlar" diye bağıracak, teoriyi anlatan öğretmenini "bilgisiz ve salak" olarak göreceğini eklersek...Elde var 13 yaşında öğretmenini bıçaklayan, okulda erkeklerle konuştu diye 8 yaşındaki kızkardeşini döven çocuk haberleri. Buyrun burdan yakın.

Adnan Hoca ve saz arkadaşlarına teknolojinin nimetlerini kullanmak konusundaki yetenekleri için bir alkış göndersem de, bu yaptıklarına tepkisiz kalamadım. Allahınız dininiz kitabınız sizin olsun, her sorunu her problemi her yanlışı "Allah istedi" diye sineye çeken ve haklı gösteren zihniyetin daha çocuk yaştaki beyinleri zehirlemesi, onları eleştirel düşünce yerine infaza yönlendirmesi beni sinirden delirtir.

Maymundan gelmiş elbette olamayız, evrim teorisi zekanın her jenerasyonda %0.01 oranında arttığını iddia eder çünkü...Adnan Hoca'cıların zekasının ne tarafa ilerlediği ortada...