24 Kasım 2009 Salı

McDONALDS KÜRESELLEŞMENİN AJANIDIR!

Memo Tembelçizer tarzı bir “iddia ediyorum!” başlığı ile girmişim, şimdi fark ettim yazarken.

Şöyle ki, Türkçe’ye “küreselleşme” olarak çevrilen – ki bence güzel bi çeviridir – “globalization” kavramının bence en önemli ajanı McDonalds’tır! O yüzden çok zararlı bir kurumdur. Aşağıda bu hain küreselleşme ajanlarının tam listesini veriyorum, hiçbir yerde bulamazsınız!

1 – Mc Donalds

2 – Burger King

3 – Domino’s Pizza

4 – Little Ceaser’s

5 – KFC

Şaşırdınız mı? Ama “Domino’s Türk markası?” diyebilirsiniz. Ben de “Evet” diye cevap veririm. Bu listemizi değiştirmez. Nedenine gelince…

…Bu 5 marka yüzünden gün geçtikçe “küresel”leşiyorum! Kuşağımızın tüm üyeleri birer birer, azar azar, çaktırmadan birer “küre”ye dönüşüyorlar! Göbeğimiz bizden 5 metre önde yürüyor arkadaşlar, bu sinsi istilaya karşı durmanın vakti gelmiştir!

Çıkmaz ayın son perşembesi hepinizi Taksim Meydanı’nda “Küreselleşmeye Hayır” mitingine bekliyorum, ilk işimiz İstiklâl’in başındaki Burger King’i ateşe vermek olacaktır! Ateş seni çağırıyor ey Burger!

Eylemlerimiz devam edecek!

16 Kasım 2009 Pazartesi

Aptal Üssü Dört

“Aptal ne affeder ne de unutur. Naif hem affeder hem unutur. Bilge ise affeder ama unutmaz.”


Çok yakın bir arkadaşımın facebook iletisinde gördüğüm bu alıntı beni derin derin düşünmeye itti. Ne yalan söyleyeyim, kendim hakkında derin analizlere girişmemeye karar vereli birkaç yıl olmuştu. Düşündükçe kendimi suçlar buldum çünkü yaşanan çoğu olayda, halbuki her şeyi kontrol edebildiğim steril bir laboratuar ortamında yaşamadığım sürece olayların tek suçlusu ben olamazdım.

O yüzden bu alıntıyı görünce irkildim açıkçası, “tamam” dedim, “işte şimdi boka sarıyoruz”

Yine bir başka yakın arkadaşım benim için “sen olayları, insanları, duyguları, düşünceleri, görüntüleri ve diğer bilimum yaşam öğesini kategorilere ayırmaya, onlara etiketler yapıştırmaya çalışıyorsun” der hep, çoğu tartışmamız bu yüzdendir, ben etiketlerin ve kategorilerin insan zihninin doğal işleyişi olduğunu savunurum o ise bunu “basite indirgeme”, “yaftalama” olarak görür. Alakası ne derseniz, yukarıdaki alıntı insanları üç sınıfa ayırıyor ve bunların ara geçişleri yok, cümleye göre. O zaman ben hangisine giriyorum acaba? Birlikte düşünelim:

Bazı şeyleri asla affetmem ki unutayım. Kinciyimdir, intikamımı almadan da asla içim rahat etmez. Ama beni bu hale getirmek için çok kızdırmanız, sabrımı sonuna dek kullanmanız gerekir (sabır bende çoktur bu arada, her ne kadar babam aksini iddia etse de) Demek ki ben aptalım.

Ama bazen de çok çabuk affederim, unutur da öyle devam ederim yola. Bu da aslına bakarsanız aynı kişiden ikinci kazığı yiyen dek devam eder. İnsanlara hatalarından öğrenme şansı vermek gerektiğine inanırım, ama gel gör ki alıntıda da okunacağı üzere esas yapmak gereken affetmek ama unutmamak. Demek ki ben naif de olabiliyorum, ki ben bu duruma “aptallık” demeyi daha çok uygun görürüm.

Bilgeliğe gelince…işte hayatta belki de asla ulaşamayacağım mertebe o. Yani, zeki olduğumu düşünürüm, yaratıcılık filan da var bence, ama bilgelik? Yaptıklarımızın büyük resimde nereye yerleştiğini görüp küçük hesaplara değil genel iyiliğe yönelik hareket etme çabası? Sadece çabada kalır gibi, özellikle de konu kendim olduğunda. Benim dışımdaki herkesi nasıl etkileyeceğini düşünürüm ama uzun vadede beni ne hale getirir bu seçim, onu bir türlü kestiremem, hep tökezlerim bir süre sonra. Şu an bu yazıyı yazmaya karar verdiğim için bile gelecek yıllarda pişman olabilirim ama şu an bunu yazmak geliyor içimden.

Bu son bahsettiğim olay da bence (sonuçta herkes gelip geçebilir, ama kendiniz son nefesinize dek size eşlik edecektir) aptallıktır. Şimdi eldekileri toplayınca insanlar üç gruba ayrılırken aptallar, naifler ve bilgeler olarak, ben 3 kez aptal çıkıyorum. Aptal-küp gibi. Çok da hoş olmadı haliyle bunu fark etmek, affettiğim insanlara yeniden kin beslemeye başlayamayacağım ya da “kadim düşman” nitelediğim eski can dostlarımı bir anda affedemeyeceğime göre…

Gelin bana yardım edin diyeceğim ama, İstiklâl’de saz çalıp önüne “4 çocuk okutuyorum” diye yazan adama “Bana ne kardeşim ben mi soktum seni karının koynuna her gece, tutsaydınız azcık kendinizi” demeyi bilirken size “gelin benim yaptığım aptallığı siz temizleyin” diyemem…Bu da etti aptal üssü dört…

Benden adam olmaz…

NOT: Tam bu yazıyı yazarken radyoda Teoman'ın "Paramparça" şarkısı çaldı, sözleri sanki cuk oturmuş gibi oldu..."Nasıl oluyor, vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor?"

10 Kasım 2009 Salı

Kediler Vs. Tavşanlar

1. Kediler etçil memeliler grubuna dahilken tavşanlar otçuldur. Aslında tavşanlar kemirgendirler, dolayısı ile besin zincirinde elektrik kabloları ve koltuk kılıflarının bir üstünde yer alırlar


2. Kediler siz evde değilken (mamaları, su kapları ve tuvaletleri ulaşılabilir yerdeyse) 24 saatlerini geçirebilirler eve zarar vermeden, ama tavşanınızı evde yalnız bırakmanızı tavsiye etmem

3. Kediler arada bir mırr, mırnav, miyav gibi sesler çıkararak evde bir can daha olduğunu size hatırlattıkları için bekarların gözde ev arkadaşıdır, hiçbir bekar insanın eve tavşan aldığı görülmemiştir yalnızlık çekiyor diye

4. Kediler soğuk kış gecelerinde ayaklarınızı ısıtırlar, bir tavşan en iyi ihtimalle yorganın kenarını en kötü ihtimalle ayak tırnaklarınızı kemirecektir

5. Kedi asildir, bir duruşu vardır hayata karşı. Tavşan dediğinin işi gücü… Boşuna demiyorlar yeni evlilere “Tavşan gibi” diye

6. Kediler için “Uygarlık tarihini değiştiren 100 kedi” diye kitap yazılmıştır, tavşanları ise edebiyat dünyasında kimse takmamaktadır

7. Kedilerin akrabaları ormanın kralları, steplerin imparatorları filandır. Tavşanlar en fazla Alice’e yol arkadaşı olabiliyorlar.

8. Kediler sakin yaratıklardır. Yanında elektrik süpürgesi çalıştırmadığınız sürece kaçmazlar. Tavşan öyle mi.

9. Kediler onlarca hikayenin filmin çizgi romanın kahramanlarıdır, kedi kadın mesela bir kediyi süper kahraman alt kimliği olarak seçmiştir kendine. Hangi aklı başında süpre kahraman tavşan-adam veya tavşan-kadın olmak ister ki? (Burada Süper Kene’yi ayrı tutuyorum…)

10. Kedi dediğin senle aynı haklara sahip olduğuna inanıp onun gibi davranır. Ve hatta ona bu hakları vermezsen protesto eder, eylem yapar. Tavşanlar bu tür sosyal duyarlılıklardan yoksundur.

İşte böyle efenim, görüleceği üzere Tavşanlar Kediler karşısında 10-0 yenik durumdalar!

SONUÇ: Üzgünüm hayatım ama evime bir tavşan almayacağım!

6 Kasım 2009 Cuma

ZIPLAYAN BORDO MEKSİKA FASÜLYELERİ

Bazen hayat tam anlamıyla “bunaltıcı” olur. İşyerindesinizdir. Sabah hava yağmurlu ve kapalı diye kalın giymişsinizdir ama hava 26 derece olmaya karar vermiştir. Masanız ofisin güney cephesi camının tam yanındadır. Zaten en ufak ışığa bile tepki veren gözleriniz Haliç’ten yansıyan akşam güneşinin ışıkları ile sizi migren diyarına çağırmaktadır. Havalandırma çalışmaz, çalışsa bile takvimler Kasım ayını gösterdiğinden ısıtmaya ayarlanmıştır merkezi sistem. Soğuk su içmekten mideniz ağrımaya başlar.


Bir sürü mail gelir, bir sürü mail gider. Onaylar, revizyonlar, kaçan deadline’lar, faxlar, medya takipleri…İşinizin haftasonu Pazar gününüzü tamamen yiyeceğini düşünerek iyice karartırsınız içinizi. Çalan ritmik şarkılar bile aptalca gelir o an. Bir an durup ofisin ortasında “yeterrrr!” demek istersiniz, taaa Ankara’dan gelen arkadaşınızı bile göremeyeceksinizdir çünkü.

“Acaba Cumartesi onu görebilecek miyim?” diye düşünüp “Ya görüşemezsek” kurdu düşürürsünüz içinize. Aklınıza bir önceki gün ofise gelişi gelir, gülümsersiniz kendi kendinize. Yaptıkları, söyledikleri, söylemediklerini yeniden yaşayıp onu yanınızda istersiniz o an. “Keşke şimdi yanımda olsa, ama buradan çoooook uzakta olsak” dersiniz. Sadece balıkçıların ve kapılarının önünde tavla oynayan şarküteri sahibi hoşsohbet yaşlı amcaların olduğu bir güney kasabasında mesela.

Tüm bunları düşündükçe ofis duvarları üzerinize gelmeye başlar, başınız ağrır, nefesiniz tıkanır, üstünüzdeki gömlek bile fazla gelmeye başlar. Kravatınızı çıkarıp çekmecenize atarsınız o an. “Şimdi çıkıp gitsem ne güzel olurdu” dersiniz.

Ve tam o anda, bir mesaj sesi duyulur cep telefonunuzdan. “Yine kesin ya AVEA’dır ya da Migros” diye tiksintiyle elinize alırsınız telefonu, bakmadan açarsınız mesajı ön yargıyla. Bilerek biraz erteleyip telefonu yeniden elinize alırsınız ve mesajı okursunuz…

Ve birden içinizden “zıplayan bordo bir Meksika fasulyesi” olmak geliverir…

(ÇÜNKÜ NORMAL YOLLARLA BU SEVİNCİ ANLATMANIN YOLU YOKTUR)

4 Kasım 2009 Çarşamba

MISRALARA SIĞMAYAN DOSTLUKLAR…

Siz hiç hayatınızda birinin “şerbet”i oldunuz mu? Ben oldum efendim…

Yalnız hatırlatayım hemen, şerbet tatlıların üzerine dökülür, yani hamurunuzda yoksa sonradan olamazsınız he he 

Hayat cidden çok sürprizli, ve dünya gerçekten çok küçük. Neler neler oluyor, hiç alakasız bir yaşamla nasıl da kesişiveriyor bir yerlerde size çaktırmadan…

Bundan bir yıl kadar önce bir gün facebook’da tanımadığım birinden bir mesaj aldım, profilimde paylaştığım bir şiirin gerçekten bana ait olup olmadığını soruyordu, evet dedim.

Ben şiirlerimin bir kısmını yine yıllar önce antoloji isimli bir sitede paylaşmıştım sonra da siteye giriş şifremi bile unutmuştum. Meğer aradan geçen zamanda ben bir şair olarak meşhur olmuşum, insanlar şiirlerimi bloglarına, forumlara, başka şiir sitelerine vs. yazmışlar. Google’e adımı girdiğimde şaşırıyorum hala daha.

Bu arkadaş da bir şiirimi okumuş, çok beğenmiş, şairini merak etmiş ama bulamamış hakkımda bilgi bir süre… Sonra aklında facebook’da Mustafa Bilen’leri aramak gelmiş, benim de profilim açık ya, o çok sevdiği şiiri benim profilimde görmüş.

Uzun süre bana mesaj yazmakla yazmamak arasında gidip geldikten, hatta birkaç yazıp sildikten sonra sonunda cesaret edip yazmış. Aslında benim şiiri bir yerden aldığıma, isim benzerliğinden faydalanarak da kendiminmiş gibi yazdığıma inanıyormuş, çünkü o şiiri yazmak için yaşım çok küçük gelmiş ilk başta.

İyi ki de o mesajı atmış. Şimdi SBY’ciğim en iyi dostlarımdan biri, bu hayata aynı gözlerle baktığımı düşündüğüm çok değerli birkaç insanın arasında, ve bana eğer iyi günümdeysem (iyi olmam onun için sanırım optimist ve herkese umut veren halim demek) bana “şerbetim” diye hitap ediyor 

Bir gün öyle şaşırdık ki, meğerse ne kadar da alakalıymış hayatlarımız. Şimdi gülüp geçiyoruz ama, o zamanlar çok kırılmıştık tabi…

Neyse, esas fikir: Ankara’da bir şubem var, ben de onun İstanbul merkez bürosu olarak çalışıyorum, bekleriz efendim 

Sevgiler!

NOT: SBY, bu yazıyı tanışma yıldönümümüzde yazacaktım ama araya olaylar girdi, affet beni, biliyorsun, daha “masum bir duvarı süsleyen altın varaklı iki yazı” olacağız, “başka türlü bir şey” olacak bu da 

2 Kasım 2009 Pazartesi

Gel Zaman Git Zaman, Ama O Ne Zaman?

Meteoroloji Genel Müdürlüğü: “Şu an yağmur yağmıyor ancak ne zaman yağacağını bilemiyoruz”


IETT: “45 dakikadır beklediğiniz otobüsün durağa önümüzdeki 15 dakika içinde gelmeyeceğini biliyorum fakat ne zaman geleceği hakkında bir malumatımız yok”

Taksim Tramvay Restoran “Siparişinizin henüz gelmediğini biliyorum beyefendi ancak ne zaman geleceğini bilmiyorum”

Eski platonik aşkım: “Seni şu an sevmediğimi biliyorum Mustafa, ama ne zaman seveceğimi ne yazık ki bilemeyeceğim”

Recep Tayyip Erdoğan: “Açılımla ülkeye giren teröristlerin bugün de pişman olmadıkları konusunda bilgilendirildik amma velakin ne zaman pişman olacaklarına dair Amerika’dan bir bilgi gelmedi”

ManAjans: “Web sitelerinizi dün yayına geçirmek için sözleşme imzaladığımız halde henüz on-line olmadığını biliyoruz ancak ne zaman yayına gireceğiyle ilgili net bir şey söyleyemiyoruz”

Eston Yapı: “Maaşların bugün de yatmayacağını biliyorum, ama ne zaman yatacağını bilemem”

Ben: Yarın Kasım ayı planlama toplantısı olduğu halde işe gelmeyeceğimi biliyorum, ama ne zaman geleceğim hakkında hiçbir fikrim yok!

Bugün gıcıklık yapma potansiyelim zaten vardı, sevgili şirketim sağolsun kinetik enerjiyle doluyum şu an!

Az önce Tramvay restoran’da hesap pusulası ile ilgili başımdan geçeni anlatıyorum:

Menüde parmesanlı yazan makarna parmesansız gelmiş. Garsonu çağırmışım ve parmesan istemişim, “peki efendim” cevabını almışım ve beklemeye başlamışım. 15 dakika geçmiş, ben artık dayanamayıp makarnanın yarısını yemişim, parmesan veya garsondan bir haber çıkmayınca yeniden çağırmışım ve “Ben 15 dakika önce parmesan istemiştim ama?” diyerek soru işaretini ses tonumla birlikte bakışlarıma da yansıtmışım. Sonuç?

“Ben onu duymamışım efendim, hemen getiriyorum!”

Parmesan bildiğiniz kahvaltılık setlerinin içindeki minik reçel kapları içinde geldi.

Duymadığı halde neye istinaden bana “peki efendim” cevabını verdiği kısmını geçtim, şimdi de hesabı istedikten sonra olanlara bakalım:

Hesapta parmesan için 1 TL ücret aldıklarını gören ben kasaya gider ve kasadaki beyefendiye:

- Pardon ama, menüde yazdığı halde makarnanın üzerinde olmayan, istememe rağmen 15 dakika geç gelen parmesan için neden ücret talep ettiğinizi öğrenebilir miyim? Hayır sadece üçte birini kullanmıştım, mümkünse kalanını paket yapmanızı rica ediyorum!

Bu sefer aldığım cevap biri şaşkın biri “off amma kıro adam” manalı iki bakış oldu. Şimdi siz söyleyin, ben mi gıcığım ya?????