30 Aralık 2009 Çarşamba

Mumlar ve Dilekler

Şu anki işime başladığımdan beri her gün olmasa da iki günde bir St. Antoine Kilisesi’ni ziyaret ediyorum. Beni yakından tanıyanlar için bu şaşkınlık verici olacaktır, “ne işin var senin kilisede?” diyecekler belki, hemen açıklayayım: Odakule’de çalışıyorum ve gün içinde bunaldığım oluyor çeşitli sebeplerle. St. Antoine da çok yakın. Yakın da nesi var peki?


Paris’te yaşasaydım düzenli olarak Notre-Dame’a gidiyor olacaktım, İstanbul’da buraya gidiyorum. Dindar hiç değilim, ama o kilisenin yapısı, kapısından içeri girdiğimde yüzüme çarpan durgun sakin havası, görünmeyen bir yerde meleksi sesiyle ilahi okuyan “kardeş”in sesi…

O kadar güzel ki, her kültür ve inançtan (hatta inançsızlardan da benim gibi) insan orada buluşuyor. Belki Tanrı’larının huzurunda olduklarını düşündüklerinden, belki bahsettiğim farklı uçların birbirlerine nefret duymadan bir araya geldiği bir yer olduğundan, belki de sadece o devasa yapının önünde kendinizi küçücük hissetmenizden mi bilinmez, insanın içini huzur kaplıyor.

Kilisenin yardıma ihtiyacı olmasa da yine de o uzun mumlardan bir tane alırken bir madeni para bırakmak bile insana güzel geliyor, çünkü o parayı bırakmanın tamamen sizin vicdanınıza kalmış olduğunu biliyorsunuz, mumlar satılık değil. Beni esas düşündüren ve bu yazıyı ilgilendiren kısım da mumlar aslında.

Oradan bir mum alıp (kimi uzun kimi kısa bu mumların) kilisenin karşılıklı duvarlarında yapılmış 3 dilek odacığından birinin içine dikiyorsunuz. Dün ben de bir mum aldım ve sol taraftaki daha sakin olan odacığın önüne geldim. Titrek alevlere bakarken o kadar dalmışım ki, dakikaların nasıl geçtiğini anlamadım, sanırım arkamdaki rahibe benim Tanrımla uzun bir muhabbete daldığımı düşünmüştür. Oysaki ben sadece o an gördüğüm mumları diken ve onlar sayesinde umut yineleyen insanları düşünüyordum.

Mumların kimi 3-4 tanesi birbirine değecek şekilde küme halinde konulmuş, demek ki bir aile ya da sıkı arkadaş grubu ortak bir dilekle yerleştirmişler. Ve gariptir ki bu mumlar hiç eğilip düşmeden sonlarına dek yanmışlar. Buna bakarak onların birbirlerine destek olmalarının dileklerinin gerçekleşmesine yardımcı olduğunu söyleyebilir miyiz acaba…

Mesela aynı şekilde, diğer mumlardan uzakta tek başına duran bir tanesi vardı. Neredeyse yarı boyuna gelmeden ikiye bükülmüş, eğilmiş ve sönmüştü. Bu da o mumu dikenin umutlarının boşa çıkacağını, boynunu büküp kaderine razı olması gerektiğini mi gösterir? Neden?

Düşüncelerimin arasında bunu fark edince o ana dek elimde tuttuğum mumu yan yana dik duran 4’lü mum grubundan yakıp boynu bükük sönük mumun yanına, ona dokunacak şekilde diktim. Benim dileğim de o mumun sahibinin dileğinin benim mumumda yeniden hayat bulması.

Sevgiler efendim… Herkese şimdiden mutlu bir yıl diliyorum…

25 Aralık 2009 Cuma

RUH DİKİZİ

Hep ruh ikizimi arayacak değilim ya, bugün canım ruh krizimi görmek istedi…Kemerlerinizi bağlayın, inişe geçiyoruz…

- Sandalyeye ters oturan omzunu döver ağabeycim, bak Candan Erçetin’e!

- Küller ve dudaklar, ama arada filtre var, kavuşamaz aşıklar!

- Yılın ilk bacanağı suya düştü, hayırlı olsun!

- Çakma Bartholomeos: “İzmirli erkekler olarak İstanbul'da kendimizi çarmıha gerilmiş hissediyor, fıstıksız kaldığımız için Çapkınlık Okulu'nun yeniden açılmasını talep ediyoruz!”

- Kaşığınım yanında olamasam da, tek kişilik yatağımda cenin pozisyonu alsam da!

- “Neden Takım Elbiseli Çingene?” “Bilmem, neden mizah?”

- Senin kafanda çok tavşan var, kuyrukları birbirine değdikçe mitoz bölünme geçiriyorlar!

- Ne yani, dünyada hayat var dediler sen de doğdun mu? Yo yo yoo…

- “Ay çok yoğun bu aralar programım, bi xmas partisinden öbür yılbaşı balosuna koşturuyorum!”

- “Dana çiçeğim, sen düşünme, ben düşünürüm!”

- Dijital yüzümüzü yıkadık, sitemize bekleriz!

- Ruh krizin de seni görebilecek mi? Euhehehe! (mérci mademoiselle Tok!)

- Baybora Makaseller evde tek başına dönüyor sonsuza dek 3,5!

- Print tuşuna basmak yerine” print alır mısın pls” yazmanın dayanılmaz hafifliği!

- Nerede görülmüş / İzin istediği / Kalemin kağıttan / Yazmak için / Kaderindeki destanı?

- İnsan ırkının kurtuluşunu iki çarkın arasına sıkışan elektrikli tornavidaya bağlayan zihniyetin kafasına MTV ödüllerinde Sacha Cohen düşsün!

- Geçenlerde bindiğim otobüse Dunkoff kokteyli attılar, yanımdaki kız çok korktu!

Sonuç: Kafayı yemekle kusmak arasındaki karamel renkli dik yamuk…

24 Aralık 2009 Perşembe

ÇALIŞIRKEN!

- Abi bence yarınki hava durumunu Sinerji’den çekebiliriz!
- Corc Kuluniiy çok seeevdim, o beni hiç sevmiyor!
- Yanayım yanayım, KV’lerde yanayım!
- “Bu asansörlerde orospu gibi, iki Dakka boş bırakmaya gelmiyor!”
- Arkadaşlar saat 10’da masanın üstünde kahvaltı görmek istemiyorlarmış, hadi dışarıda yiyelim! (üst katın sekreteri saat 10:00’da işyerine gelip bizim katınkine “sana kahvaltıya geleyim bari” dedi)
- Hava da ne güzel, tam geziş havası!
- Ay bu salata da yağsız aynen ota benziyor!
- Bi kere de bağırma ordan buraya , Graham Bell’in kemikleri sızlıyordur şimdi!
- Getirin imzalayayım, nasılsa ödemem!
- Benim e-maillerim gitmiyor, neden? (Alo alo orası neresi, alo alo burası alo Garanti)
- Hanımefendi ben sizden sadece ATM kartı istemiştim, siz bana iki tane kredi kartı yollamışsınız?
- Bize kutunun rulo olacağına dair bir malumat gelmedi! (tarih: bu cümleden 15 gün önce, içerik: mail, cümle: “kutular rulo şeklinde, diploma kutuları gibi olacak)
- Biz ne zaman seviştik bu kadınla da bana “Mustafacığım” diyor?
- “Ay senin şu yeni şarkı bilgine de hayranım yani!” (ama o şarkı 5 aydır çalınıyor heryerde?)
- Şöförler hamal mı? (otobsüle gelen ben hamal mıyım ki?)
- “Bir daha bu toplantıları yaparken saate dikkat edelim lütfen, biz uzak yoldan geliyoruz” (biz cumartesi toplantı yapıyoruz, buyurun buradan yakın?)
- Sen kocaman bir çılgınsın Abla!
- “Senin bi tane patronun var, benim 17 tane!”
- Bunlar kendilerine ajans diyorlar ama ben hepsinden daha iyi bilirim bu işleri, kaç yıl yöneticilik yaptık! (!!!!!)
- Arkadaşlar sakın iş hayatınızda onu örnek almayın, hep beni alın!
- Bazen hiç cevap vermesen daha iyi bilio musun?
- “Ay bu ne, rezalet, hiç gustosu yok!”
- Beğenmedim, bir çıt daha şey olsun
- Lütfen kendi iç yazışmalarımızı dışarıya yansıtmayalım yaneeee!

18 Aralık 2009 Cuma

KORKMAK

Hepimiz korkuyoruz bir şeylerden. Kimimiz işini kaybetmekten, kimimiz yolunu, kimimiz hayatını, kimimiz sevdiklerini kaybetmekten…Çoğu zaman bu korkularımız yüzünden donuklaşıyoruz, hatta bazen taşlaşıyoruz hayata karşı, elimiz kolumuz bağlı kalıyoruz…Ama bazen, korkunun dozu yüksek geldiğinde, tam tersi şekilde alevleniyor yüreğimiz, beynimiz, bedenimiz…Normalde yapamayacağımız şeyler yapıyoruz, köşeye sıkıştırılan kedi misali…

Çok büyük iki korkum var. Biri sevmekten korkmak. Korkarak sevdiğin kişiye sırf sevgin yüzünden zarar vereceğinden korkmak daha doğrusu. Sakınan göze çöp batması durumu değil, yanlış anlaşılmak. Mesela sizin kontrolünüzde olmadığı halde onu üzen bir olay için özür dilerken siz, onun “yine ne oldu” diye düşünüp üzülmesi, ağlaması, kırılması, kızması…

İkincisi ise “sana sonunda hayal kırıklığı yaşamana sebep olabilecek sözler veremem” mantığı ile gereksiz yere dürüst konuşmam. Tamam, hayatta her şey olabilir doğru, insanlar “sonsuza dek sürecek” diye düşünmek yerine “bir gün bitebilir de” diye düşünerek yapmalıdır planlarını, doğru. Ben bir zamanlar tüm hayatımı tek bir kişiye odaklı kurdum, hiç bitmeyecek sandım, bitti ve olanları gördük. Şimdi başkaları da benim yüzümden o hale düşmesin istediğimden tüm bu halim. Ama görünen o ki ben sevdiklerimi kaldıramayacakları bir durumun acısından korumaya çalışırken şimdiki zamanda canlarını yakıyorum

Neye karşılık neyi kurban etmek kabul edilebilir, buna ben karar veremem başkalarının adına, en yakınlarım olsa bile. İyi anlıyorum. Ama yine de dilim varmıyor bunu duyduğunda çok mutlu olacağını bildiğim birine “seni hep seveceğim” demek…Çünkü biliyorum ki hayatımızın kontrolü kesinlikle bizde değil ve biz yarın ne olacağını bilemezken bu tür sözleri “kesin, yüzde yüz” veremeyiz. Verirsek ve bir süre sonra koşullar değişirse, o söz hem bize hem söz verdiğimiz kişiye zarar getirir sadece. Hepsi bu.

Hayatımda değiştiremeyeceğim şeyler var” dediğimde, geçmişimdeki olaylardan ve kişilerden bahsediyordum ona. Uyarmak, evet. Bir kısmı beni de rahatsız ediyor, ama teraziye koyduğunda ağır basan iyilikler var o insanlarda. O yüzden “silinip” atılmıyorlar hayatlardan. Bunları değiştiremezsin.

Senden önce yaşanmışları ve yapılmışları senden gizliyorsam bazen, tamamen artık bugüne etkisi olamayacak bir şeyi bilerek kendini üzmemen için. Yoksa senin arkandan iş çevirdiğim için değil. Bak gördün mü, yine seni korumaya çalışırken üzüyorum işte. Benim korkum bu. Biliyorum, bir gün (ve bence çok geç değil o gün) bu acıdan bıkacaksın, ve benim yapabileceğim hiçbir şey olmayacak. Sana “canını yakmamak elimde olsa yakmazdım, ama değil” diyeceğim ama sen bunun yerine “söz veriyorum, bir daha canını yakmayacağım” dememi beklediğin için yine kırılacaksın, döneceksin, gideceksin. Belki “o bile beni bu kadar kırdıysa demek ki hayatta herkes kötü, kimseyi sevmemek gerek” diyerek kendini kapatacaksın, yazık edeceksin hayatının geri kalanına. İşte bu yüzden “beni bu kadar sevme” deyişim.

Bitmek zorunda değil sevgiler, ama bitenler de var.

Biliyorum bunu okuyunca yine ağlayacaksın. Kısır bir döngü, neden seni üzmemeye çalıştığımı anlatırken bile üzüyorum.

Ama inan, pembe hayaller kurduran içi boş sözler verip “hayatta hiç tökezlememiş saf melek” rolü oynasam daha çok üzülürsün, o rolün gerçek olmadığını anlayacak kadar tanıyorsun beni çünkü.

Şimdiki zamanda seni gerçekten seven ve bir gün sevmekten vazgeçmek için şu an bir sebep göremeyen sevgilin;

MB

17 Aralık 2009 Perşembe

GÜÇLER BİRLİĞİNE HAYIR!

Siyasal yapılanma ve hukuk konusunda uzman olmadığım aşikâr (buradan bana “yine her şeyi ben bilirim moduna girdin hoppala” diyen zat-ı muhteremlere selam olsun), o nedenle başlığın da cumhuriyetlerde bulunan yasama-yürütme-yargı ayrılığıyla konuya bir gönderme olması dışında bir alakası yok.

Benim derdim işimle ilgili. Özellikle de çalıştığımız üçüncü partilerle. Derdimi anlatmadan önce hemen bir durum analizi yapalım:

Bir şirketin pazarlama iletişiminin günümüzde bir çok alt dalı var: Basın, TV, Radyo, Outdoor, İnternet, Mobil, Alternatif, Event, PR vs…Çoğunlukla, bir çok ajans bu alanlardan birinde uzmandır ve o alanda hizmet verir. Bu nedenle de reklamverenler 15 ayrı firma ile çalışmak zorunda kalırlar: Gazete ilanları X ajans yapar, internet sitenizi ve bannerlarınızı Y ajans, PR işlerini Z ajans gibi…

Bir zaman sonra şirketler 15 farklı ajansla anlaşma, onlara şirketi ve ürünleri / hizmetleri öğretme, kurum kültürünü içselleştirme, haberleşme, onay, muhasebe, ödeme…gibi dertlerden bıktıkları için alanlarında tam kapasite hizmet vermeye başlayan ajanslara yöneldiler, yani bir ajansla anlaşıldığında aynı ekip hem gazete ilanlarınızı, hem TV spotlarınızı, hem billboard posterlerinizi hem internet bannerlarınızı vs. yapabilmeliydi. Çoğu ajans bu trendi takip ederek kendi bünyelerinde özel uzmanlık alanlarına sahip alt-ajanslar kurdu: TBWA’in Tequile’sı, Euro RSCG’nin 4D’si, Manajans’ın MatAtWork’ü gibi…

Bir de tüm bunların üstüne, medya satın alma ajansları vardır. Bunlar da kreatif ajanslarınızın hazırladığı her biri birer yaratıcı deha örneği (!) olan iletişim elemanlarınızın hangi mecralarda, hangi sıklıkla, hangi günlerde vs. yayınlanacağına dair size bir “uzman onaylı (!)” plan sunarlar. Bu ikisi çok ayrı işlerdir. Neyin işe yarayacağını bilmekle nerede yayınlanırsa işe yarayacağını bilmek. Dolayısı ile bu iki işlevi farklı firmaların yapması daha mantıklı.

O zaman derdim ne?

Benim derdim o “her hizmeti verdiği için kullanımı kolay” görünen kreatif ajanslarla! Düşünün, gazetede reklam çıkacaksınız, ajans bir tasarım yapıyor. Harika. Sonra billboard çalışması istiyorsunuz, doğal olarak iletişim kampanyasının genel tonunu korumak adına “gazete ile aynı doğrultuda” bir iş istiyorsunuz. Ardından 30 farklı sitede farklı kategorilerde yayınlanacak bannerlar istiyorsunuz. Onlar da yine “kampanya ile aynı doğrultuda” olsunlar bir zahmet…Her şey güzel, brief’i verip çalışmaları beklemeye koyuluyorsunuz. Sanıyorsunuz ki “nasılsa her şeyimizi onlar yapıyor” diye sizi ve hedef kitlenizi iyi tanıyan ajansınız her mecra için o mecranın genel geçer kurallarına uygun, birbiriyle kopuk olmayan ama yine de mecraya özgü bazı özelliklerden yararlanan kreatif çalışmalarla gelecek…

Nerde!

Adam gitmiş, size satış ofisine gelen müşterilere verdiğiniz kağıt poşetin üzerine yaptığı baskının aynısını “harika tasarım yaptım” diyerek banner olarak önünüze getirmiş! Bir tek değişiklik yok ne görsel ne metin olarak! Animasyon da birbiri ardına sıralanan düz görsellerden ibaret! 6 yaşındaki kuzenim bile flash animasyonu öğrenip 5 dakikada çöpten adamları birbirine giriştirebilirken bizim ajanslar tembellikten “aynı doğrultuda”yı işlerine göre algılayıp “aynı kreatif”i her yerde kullanma çabasında…

Ee, haliyle “bu kadarı da fazla ama” diyerek haberleşme çabaları başlıyor. Gelen cevap (cevap alabildiğinizi varsayıyorum) “Bizce bu daha uygun” oluyor. Neden diye sordunuz yanıp yakılıp, “biz reklam ajansıyız, kreatif anlamda neyin işe yarayacağını sizden iyi biliriz” havasına giriyorlar. Yine bir akılsızlık edip “Eee ben de buradan önce ajanslarda çalıştım, ben de bilirim az buçuk konuyu” dediğinizde “iyi işte, halimizi anlıyorsundur” diyerek üste çıkıyorlar! Ben dünyanın hiçbir yerinde reklam ajansları haricinde müşterisinin istediği şeyi yapmamakta 3-4 kez direnen bir firma görmedim, göremem de! Ajanslar müşteri ilişkileri ekiplerine ben görmeyeli nasıl yetkiler veriyorlar anlamıyorum. Tamam, üstad demiştir ki “ajans olarak siz müşterinizin her istediğini yapmak zorunda değilsiniz, siz bazı şeyleri daha iyi bilirsiniz” diye, ama yine aynı üstad “siz de şirket olarak ajansın her dediğini kabul etmek zorunda değilsiniz” de demiştir şirketlere! 1 kez uyar, 2 kez uyar, ama müşteri inatla istiyorsa yap o Allahın belası revizyonu!



Bir de şu durum var: Üniversitede yıllarca, her pazarlama kitabında binlerce kez kafamıza çakıla çakıla denildiği gibi, “müşteriler 9 mm’lik matkap satın almazlar, 9 mm’lik delik satın alırlar” Yani, ürünün veya hizmetin ne odluğunun önemi yoktur pazarlama iletişiminde, önemli olan ürünün / hizmetin müşteriye sağlayacağı faydadır. Çünkü müşteri ihtiyacını ve vereceği parayı bu fayda ile karşılaştırarak karar verir (çoğunlukla.)

Ama anlaşılan pazarlama iletişiminin guruları olması gereken ajans ekiplerimiz bundan biraz uzaklaşmış gibiler ki, “ürünü koca koca gösterelim, gerisi önemli değil” kıvamındalar. Dün şunu duydum müşteri temsilcimden: “Eee ben zaten bu mesajı başlıkta verdim, görselde yeniden ima yapmanın anlamı yok!” Pardon, ben mi yanlış duydum, başlık ve görsel aynı kare içinde olacak diye biliyordum, bu iki temel kreatif öğe ilişkilendirilmezse Serdar Erener efendinin dediği “Reklam var olan kavramlar arasında var olmayan ilişkileri kurma sanatıdır” vecizesi?

Sonuç: En azından bazı mecralar (bkz. Basın/TV ve dijital ayrımı) ayrı ajanslarla çalışılmalıdır ki, ortaya farklı kreatif çalışmalar çıkabilsin. Yoksa, bannerlarınız gazete mantığıyla çalışıp işlemezken TV spotlarınız banner kadar “mesajı ver, hikaye anlatma” diyebilir. Vahim.

Saygılar efendim.

9 Aralık 2009 Çarşamba

BU NE TERBİYESİZLİK ORBAY...

İnsan eğer birine suçlama yapıyorsa, önce suçlama şeklinden ve içeriğinden başlayarak kendi hayatını da gözden geçirmelidir. Yoksa birini "haddini bilmezlik"le suçlarken kendi haddini aşmak işten bile değil.

Kaldı ki, söyleyecek her ne sözün varsa, gel adam gibi yüzüme söyle, sonuçta 4 sene üniversite arkadaşıydık, bir sürü olay, ortak arkadaşlar, muhabbetler, eğlenceler, fotoğraflar var geride.

Suçlama yöneltirken cevap verildiğinde göt olacağın şeyler de söylemeyeceksin ayrıca. Tükürdüğünü yalamak da var hayatta. Can Yücel'in dediği gibi: "Bizim oralarda göte göt derler" Samsun'da ne diyorlar bilmiyorum.

Ayrıca, kişiler arası karşılaştırmaya girmek de sakıncalı. "iyi örnek" olarak ortaya koyduğun adamın da bir çok kişi tarafından "bir boka yaramaz herif" olarak etiketlenmesi söz konusu. Ki, bir şeyler başarmış bir insanla hiç bir işin ucundan tutmamış, ortada aylak dolanan bir adamı karşılaştırmak da nereden çıktı. Eğer Koç'a yeni gelen nesillerin örnek alacağı adam o ise, ben "Koç Mezunu" etiketimi seve seve atıyorum çöpe.

Neden bunları yazdığıma gelince...

Orbey'in kendi blogunda yazdıklarını başlıktaki linkten okuyabilirsiniz. Savunmaya kalkışacak değilim kendimi onun laflarına karşı, ama ortada bariz yanlış olan konular var: mesela benim onun işletme bölümünden aldığı alan derslerinin toplamı kadar, belki daha fazla psikoloji alan dersi almış olmam (16 adet) ve bu alanda bir diplomaya sahip olmam. Ya da mesela Peugeot, Milupa, Carrefour, İDO, Ulusoy Turizm gibi bir çok markanın reklam ekibinde çalışmış olmam. Şu anda da Eston Yapı'nın dijital iletişim kampanyalarını yürütmem gibi...

Saygılar...

7 Aralık 2009 Pazartesi

69’U ÇOK SEVECEKSİNİZ, AMA BİZİMKİ 77 SANTİM!

Bir reklamcı olarak bazen meslektaşların uyguladıkları stratejiler aklımı başımdan alabiliyor. Bir zamanlar Ali Taran’ın “ben kitap okumam” sözüyle başlayan ve AKP’yi iktidar yolunda şahlandıran siyasi aprti kampanyaları ile kendimden geçerdim ama, M.A.R.K.A. reklam ajansının sahibi, art direktörü, metin ayzarı, kısaca her şeyi Hulusi Derici’nin yaptıkları tam anlamıyla mizahi orgazm benim için…Başlığın anlamını kavramaya çalışmadan önce, zat-ı muhterem’in portfolyosna bir göz atmakta fayda var, alıştıra alıştıra vermek lazım haberi ne de olsa…

Bkz. “almayanı tokatlayan” Regal reklamları

Bkz. “takarsan görürsün” sloganı ile “çakar çakmaz çakan çakmak TOKAI”den sonra reklam ile argonun ikinci bineal girişimi Vestel Klima reklamları

Bkz. Susurluk skandalı sonrası Mercedes’in bagajına bilimum ateşli silahı koyup “bizde böyle aksesuarlar bulamazsınız” diyen AUDI reklamları

Bkz. AVIS’in “biz ikinciyiz, o yüzden daha çok çalışıyoruz” kampanyasının bire bir Atlas Jet uyarlaması

Şimdi bu sonuncu konumuz ile alakalı, çünkü başlıkta bahsi geçen sloganlar yine Hulusi Derici imzalı bir Atlas Jet kampanyasının sloganları!

“Biz ikinciyiz ama biizmki 77 santim!” başlığını gördüğünüzde ne hissedersiniz bilemiyorum, ama uçak görselinin üstünde, başlığın altında yer alan o iki siyah “koltuk” o kadar cinsel çağrışımlı ki, başlıkla birleşince bunun “koltuk aralarındaki uzaklık” ile ilgili olduğunu bulabilene aşk olsun…

Yeni yayınlanmaya başlayan “69’u çok seveceksiniz!” sloganlı ilan ise “ilk 69 kişiye 69 TL’lik bilet” kampanyasının sloganı. Bütün ilandaki tek görselin (sağ üst köşedeki minicik uçağı saymazsak) sarışın şuh bir hostes olduğunu göz önüne alırsak “ikram olarak ne var, uçakta banyo imkanı da var mı” gibi sorular ortaya çıkıyor.

Seks her zaman satar, doğru. En azından başlığı okursunuz. “69’u kim sevmez ki” dersiniz (şahsen ben derim, ve dedim) ama okulda, işte, her kitapta kafamıza çakılan “her kampanya marka imajına uygun, onu destekleyen bir tonda olmalıdır” öğretisine bu ters düşer. Ne yani, Atlas Jet kanatlı kerhane midir ki de bu ilanlara izin verilmektedir? Reklamı “hayal etmek – tebessüm etmek – risk almak” olarak tanımlayan, “Göt” diyebilmeyi marifet ve sempatiklik sanan Hulusi Derici’nin bu haddini bilmez “yaratıcıyım beni, zıpırım, beni anlamıyorlar” havasının bedelini markalarını ona teslim eden firmalar mı ödeyecektir hep? Kaldı ki Hulusi Bey Reklam Özdenetim Kurumu’ndan bile ayar yemiştir bu tavırları yüzünden…

Velhasıl kelam, Atlas Jet’e beni bu sloganlardan sonra öldürseniz binmem, binenlere de “tacizci” gözüyle bakarım. Ama hala daha aklımda bir soru var:

Neden bayramda İstanbul Atatürk Havalimanı’nda THY ve Pegasus Havayolları kontuarları boşken Atlas Jet’in 5 kontuarında da metrelerce sıra vardı?

Yoksa reklamın iyisi kötüsü gerçekten yok mu?

İyi günler efendim…