16 Ağustos 2011 Salı

İNSAN OLMAK NEREDEN GELİR?


İnsan kelimesinin kökeni için dilbilimciler iki farklı seçenek sunarlar. Birincisi olan “nisyan” kelime anlamı ile “unutmak” demektir. Dolayısı ile insan aslında “unutan varlık”tır. İkinci olası kök ise “ünsiyet” kelimesidir ki o da “alışkanlık, tanışıklık” anlamlarına geliyor. Bu durumda insan aslında hem alışkanlıklar edinip bağlanan, hem de bu bağı unutabilendir. 

Zıt iki yeteneği bünyemizde barındırmaktayız bu konuda da bir çok şeyde olduğu gibi. Bu iki gücün yönetiminde bir hayat yaşamak nasıl da zor!

19 Nisan 2011 Salı

STOCKHOLM SENDROMU’NUN DANİSKASI: TÜRKİYE

Stockholm sendromunun ne olduğunu bilmeyenler için tanım: Psikoloji’de kaçırılma (ve tecavüz) mağdurunun faile, yani kaçırana (veya tecavüzcüye) sempati duyması ya da aşık olması durumuna verilen addır.

10 yıl önce Türkiye’de bence kimsede yoktu bu sendrom. “Gülü seven Tayyip’ine katlanır” diye bir deyimimiz de yoktu. Bak sen şu tesadüfe.

10 sene içinde kucaktan kucağa indik sahile, sesimiz duyulmadı. Aslında duyurduk da, her seferinde anamızı da alıp gitmek zorunda kaldık.

Anayasa değişti, işsizlik 3 katına çıktı, dış borç eksponansiyel arttı, memeleketin iktidar partisi tarafından kazanılan belediyeleri altın sıçarken muhalefet belediyelerinin en hayati yatırımları Danıştay’dan 10 kez döndü. Sevres Antlaşması'ndan sonra işgalcilerin ilk iletişim yollarına el koyduğu göz ardı edilip her türlü telekomünikasyon kurumu yabancılara satıldı. Gazetecisi göz altına alındı, tiyatrocusu işsiz bırakıldı, müzisyenin Diyarbakır’da “başkent konseri” vereni devlet sanatçısı oldu.

İlk 5 yıl içinde ülkemdeki Stockholm Sendormu mağdurarının oranı %47’ye yükseldi. Doğru orantıyla bu Haziran’da oran %60 gibi bir rakam olacak.

Onlar kumarda kazandı, biz tecavüzde kaybettik. Olay budur.

Satılmış oyun davası olur mu olmaz mı bilemem, ama sıkılmış halk arkasında şemsiyeyle oturamıyor. Çünkü burası seks otobüsü, burda dekolte giyen bile bile ladesçi, “açız” diyene “bok ye” deniyor.

Memleketin meslaktaşlarıma her zamankinden fazla ihtiyacı var. Bize iyi bakın.

7 Nisan 2011 Perşembe

SİZ İNSANSANIZ BEN NEYİM? BEN İNSANSAM SİZ NESİNİZ?

NOT: Yazı boyunca çok pis küfredeceğim, belden aşağı hem de. Bu hayvanların yaptıkları yerine benim insanca öfkemden utanacak olanlar okumasın.

Bangladeş'te 14 yaşında bir kız evli bir adamla ilişki yaşadığı gerekçesiyle kırbaçlanarak ölüme mehkum edildi, ve öldürüldü. (habere şu linkten ulaşabilirsiniz: http://edition.cnn.com/2011/WORLD/asiapcf/03/29/bangladesh.lashing.death/index.html?iref=obnetwork )

14 yaşındaki yeğenine göz koyup bir gece vakti kaçırarak tecavüz eden herif. Seni bu konunun dışında tutuyorum çünkü sorduğum soruya sen muhatap değilsin. Sen apayrı bir yaratıksın. Biz erkekleri s.kinin keyfine tüm dünyayı yakan hayvanlar olarak gösteren kadınlara hak verme sebebisin. Herşeyden önce katilsin. Kırbaçlar öldürmeseydi bile sen o körpe hayatı söndürmüştün zaten bencilliğinle. Tüm mahallenin birleşip sana tren yapmasını diliyorum ve çok içtenim. Kulağın dahil her deliğini kullansınlar, ben bile yardıma gelirim mide bulantımı kontrol edip.

Tecavüzcünün karısı. Sen bencillikte ikinci sıradasın ama merak etme, kocan sadece burun farkıyla önde. Kızı ağzı bağlı, tecavüz edilirken yakalamışsın, belli ki kocan olacak hayvan bir bok yiyor, sen gidip küçücük kızı kocanı ayartmakla suçlayıp bir de sen dövüyorsun. Köy treninin kocandan sonraki istasyonu sen olasın diyeceğim ama sen ondan da zevk alırsın. Bence sana meşe odunuyla pekmezin akana dek vursunlar.

Ülkedeki yargıyı es geçip fetva veren imam. İmamsan inancın vardır diye düşünüyorum, cehenneminde şeytanların sana tren yapsınlar. Nasılsa mokokodan ölemezsin de orda. Ama sen oğlancısındır bir de şimdi, ne diyeyim...Dişi şeytanlar zenci strap-on'u taksınlar.

Tecavüz, dayak ve kırbaçlanma nedeniyle ölen küçük kızın otopsi raporuna intihar yazan doktorlar. Haksız yere ölen masum bir kızın arkasından bile suçu örtbas etmek için kimbilir size kaç tane küçük kız teklif edildi ve siz de kabul ettiniz. Otopside kullanmanız gerekirken kullanmadığınız tüm o kesici delici aletler size kaçsın. Kıçınız Joker'in suratı gibi olsun. Why So Sin-ious?

İlk bir kaç kırbaçtan sonra kaçan tecavüzcüyü yakalamayan, yakaladığında da "unutun bu konuyu o senin yeğenin" diyen polisler. O tecavüzcü sizin küçük kızlarınızla ilgili düşündüğü herşeyi size yapsın. Ama önce belinizden o silahları alıp taşaklarınızı dağıtsın, ondan sonra.

Şeriat uygulamalarına ceza vermeyen Bangladeş hükümeti. Oturduğunuz koltuklar, bindiğiniz makam arabaları ve size tahsis edilen diğer her demirbaş belinize yüklensin. Daha da iyisi, haram yediğiniz her kuruş için şeriat usülü bir parmağınız kesilsin. Parmak kalmayınca s.kiniz kesilsin.

Kızlarını haksız olduğunu bildikleri bir cezadan korumak için o ibnelere karşı durmayan anne ve baba. Arkadan ağlamak kolay, kaçırın kızınızı, öldükten sonra değil ölmeden önce haber salın oraya buraya. Kurtarın ya o kızı. Ama yok, neymiş, "imamın kararına uymaktan başka çareleri yok"muş. Sizi de imam halletsin.

Eğitimsizlik, yoksulluk, bunların hepsi paravan. Erkeklerin güç egemeni olduğu bir dünyada gücün ve paranın sadece tek bir emeli vardır: kadın. Daha çok kadına "sahip" olan erkeğin daha güçlü olduğu bir dünya düzenini yaratan evrim teorisi: sana da kafam girsin.

Hadi s.ktirin gidin şimdi. Yok ben Saldıray Abi'yi çağırıyorum. Yanına da Kızılcık Haydar'ı.

3 Nisan 2011 Pazar

Song of Beren and Lúthien

The leaves were long, the grass was green,
The hemlock-umbels tall and fair,
And in the glade a light was seen
Of stars in shadow shimmering.
Tinúviel was dancing there
To music of a pipe unseen,
And light of stars was in her hair,
And in her raiment glimmering.

There Beren came from mountains cold,
And lost he wandered under leaves,
And where the Elven-river rolled
He walked alone and sorrowing.
He peered between the hemlock-leaves
And saw in wonder flowers of gold
Upon her mantle and her sleeves,
And her hair like shadow following.

Enchantment healed his weary feet
That over hills were doomed to roam;
And forth he hastened, strong and fleet,
And grasped at moonbeams glistening.
Through woven woods in Elvenhome
She lightly fled on dancing feet,
And left him lonely still to roam
In the silent forest listening.

He heard there oft the flying sound
Of feet as light as linden-leaves,
Or music welling underground,
In hidden hollows quavering.
Now withered lay the hemlock-sheaves,
And one by one with sighing sound
Whispering fell the beachen leaves
In the wintry woodland wavering.

He sought her ever, wandering far
Where leaves of years were thickly strewn,
By light of moon and ray of star
In frosty heavens shivering.
Her mantle glinted in the moon,
As on a hill-top high and far
She danced, and at her feet was strewn
A mist of silver quivering.

When winter passed, she came again,
And her song released the sudden spring,
Like rising lark, and falling rain,
And melting water bubbling.
He saw the elven-flowers spring
About her feet, and healed again
He longed by her to dance and sing
Upon the grass untroubling.

Again she fled, but swift he came.
Tinúviel! Tinúviel!
He called her by her elvish name;
And there she halted listening.
One moment stood she, and a spell
His voice laid on her: Beren came,
And doom fell on Tinúviel
That in his arms lay glistening.

As Beren looked into her eyes
Within the shadows of her hair,
The trembling starlight of the skies
He saw there mirrored shimmering.
Tinúviel the elven-fair,
Immortal maiden elven-wise,
About him cast her shadowy hair
And arms like silver glimmering.

Long was the way that fate them bore,
O'er stony mountains cold and grey,
Through halls of ireon and darkling door,
And woods of nightshade morrowless.
The Sundering Seas between them lay,
And yet at last they met once more,
And long ago they passed away
In the forest singing sorrowless.


- J. R. R. Tolkien -

26 Mart 2011 Cumartesi

Geçmişin Muhasebe Defteri

Geçen hafta sevgili arkadaşım Rengin’le oturup geçmişin günümüze yansıyan etkilerinden bahsettik karşılıklı. Onun dertleri ile benimkiler aslında temelde farklı olsa da yaratıkları ya da yaratacağını düşündüğümüz etkileri aynıydı. Kendi açımdan değerlendirmelerim yer alıyor burada tabi ki.

Bilen bilir, “İlkim” adının hayatımda çok önemli bir yeri var. Liseden üniversiteye uzanan uzun ve hayatımda en çok iz bırakan ilişkimdir. Yaşandığı dönemde ve bittikten sonra ikimizin hayatında da, arkadaş grubumuz içinde de tartışmaları bitmeyen bir dönemdi. Bu kısımları çok da önemli değil ama, Rengin’in sorduğu soruyla 4 yıl öncesine dönüp kendi muhasebemi yaptım: “Peki sen İlkim’le olan iç hesaplaşmanı bitirebildin mi?”

Bitirdim evet. Çok zaman aldı, çok zor oldu ama artık nötrüm o yıllara karşı. Ne hala daha devam eden bir öfke var, ne de suçluluk duygusu. Bu nasıl oldu peki?

Şimdiki aklım olsaydı kesinlikle o dönemde İlkim’e yaşattığım acıları ve sıkıntıları yaşatmazdım. Toydum o zamanlar, yirmili yaşlarımın başından bile önceydi. Henüz bir başka insandan bu kadar fazla sevgi ve bağlılık görmenin ne kadar değerli ve zor bulunur olduğunu öğrenmemiştim.

Ona çok zor günler yaşattım. O da bana yaşattı. Ben başlattım, doğru, ama ne olursa olsun sonunda yaşananları hak etmemiştim diyordum yine de. Sorun da burada zaten: yıllar boyunca hep bunu düşündüm, hep ona duyduğum kırgınlık ve öfke ona yaşattıklarımdan dolayı hissettiğim suçlulukla baş başa gitti. Sonra bir gün özlemin ona değil de o güzel günlere yönelik olduğunu fark ettim. Defter orda yeniden açıldı.

Bakarsak, benim aptallıklarım ve vurdumduymazlıklarım yüzünden o ailesiyle sorunlar yaşadı, çok üzüldü, belki de aşk denen duyguya karşı nefretle doldu. Sırf benim yanımda kalabilmek için istemediği bir okulda ailesinin zoruyla okumaya devam etti, yıllarını harcadı. Ağladı üzüldü kahroldu. Tüm bunlar için ben büyük oranda suçluyum.

Onun yaptıklarının karşılığında ise ben çok sevdiğim iki insanın, annemle babamın hayatından belki 10 sene yedim bir gecede. Hayatta yapmaktan en çok keyif aldığım şeylerden birini, voleybolu, bir daha dönmemek üzere bırakmamı gerektirecek sağlık koşulları yarattım kendim için. En çok güvendiğim ve sırtımı dayadığım dostlarımdan birini can düşmanım olarak buldum. Ayrılık sonrasındaki 4 yılımda normal bir insanın 10 yılda harcayacağı sosyal enerjiyi ve zamanı tükettim, kendimi gereksiz bir hayatın içinde buldum. Daha yeni yeni çıkmaya başladığım bu durum yüzünden bugün kendimi yalnız ve yaşlı hissediyorsam, ne aşka ne dostluğa güvenim yoksa, bu da onun bana çektirdikleri.

Teraziye koyduğumda iki taraf birbirini dengeliyor. Eskiden biri mutlaka ağır basardı. Belki yılların getirdiği yük dengelemiştir kefeleri, bilemem. Tek bildiğim artık ne onun bana ne de benim ona vicdan ya da gönül borcumun olmadığına dair hayali bir kağıda imza atmış olmam.

Böylece, yeniden duygusal ve psikolojik olarak sağlıklı bir bireyim yeniden. Bunları ona yaşattığım için özür dilerim kendi adıma, özür gelmese bile affettim ve kapattım eski defterleri bu açıdan.

İşte durum bu Rengin, onun sana yaşattıklarını affetmen kadar, senin ona yaşattıklarının da kendi içinde cezasını çektiğine karar vermek işin sırrı. Madalyonun öbür yüzü bundan ibaret. Söylemesi kolay.

27 Şubat 2011 Pazar

Edge of Flesh

- yıllar önce yazıldığı halde artık hiç bir duygu uyandırmayan eski nefretlerden ötürü asla yayınlanmamıştı. şimdi gün ışığına çıkma zamanı. -

At the edge of the flesh
My consciousness fails
Reality behind tainted glass
A stranger that reflects

Pages of a broken diary
sign of trust to me, to you infedilety
a call you await, never to come
Sick love playing tricks on your mind

"I love you dearly"
Never means, was never meant to be
"I'm gonna tell you everything
Eveything before you and me"

The right to learn from mistakes
The sin of your overdeveloped pride
The ability to make dreams come true
Second chances taken back with time

Familiar phrases we've been through
There's no use now to argue
No way that I can hate you
Beauty makes the best prostitute of all

For the one thing I've learned
I shall keep my word to be sure
Nothing new in my life
To save as unique, the name of you

"Stop reminding yourself
Just to hurt me more
My life I need to go on
My anger I want to run from"

Now I address my confessions
Letters should have been written long ago

Now I read between the lines
Words that meant nothing to me before

Now you tell me to forget you
The oath I took when I first saw you

"Save your words for the next lucky one
Reminding me the love I've been left without"

21 Ocak 2011 Cuma

Delphi Kahini Gibi Bir Şey...

(Yazının sonuna dek kod adları kullanmamın bir sebebi var, sakın ikizlerlik yapıp sonunu okuma ey blogcu!)

Dün İzmir’deki son günümü kuzenimle Kordon’da bir bira keyfiyle noktalayayım dedim, ama tesadüf eseri Bornova’ya dönerken Sevinç Pastanesi’nin önünde en eski can dostlarımdan biri olan “Kuş”la ve liseden bir başka ortak arkadaşımla karşılaştım. Kuş askerdeydi, bu aralar döneceğini biliyordum ama telefonu olmadığı için elinde arayamıyordum. O da başkalarından benim İstanbul’a döndüğüm haberini almış o yüzden nasılsa İzmir’de değil diye aramıyormuş. Hayat işte. Sevecen küfürler içeren selamlaşmamızdan sonra aynı akşam Bornova’da buluşmak üzere ayrıldık.

Bornova’da yine liseden bir başka arkadaşım olan “Chi” ile buluştuk, bir kafede oturup geleneksel keyfimiz olan güllü-naneli nargile ısmarladık çay eşliğinde. Kuş da oraya geldi iki saat sonra. Askerden dönen adama neler sorulur 101 başlıklı dersi andıran muhabbetten sonra hadi birer bira içelim dedi Kuş, biz de bu yeni terfi edilmiş Hüramiral’i kırmadık, gittik içmeye...

Amanın, yan mekandan nasıl yüksek sesli ve gevrek bir erkek kahkahası geliyor! Resmen Pavarotti gırtlaklı Hıncal Uluç gülüşü! Tüm mekan pür dikkat amcanın kahkasını dinliyoruz. Kuş “Dayı helal olsun” diyor, ben “Güldüren aynalardaki efektlere benziyor” diyorum, Chi ise “efekt mi acaba?” diyerek şüphelerde...Yan masamızda oturan mini mini sarışın kahin kız ise “Kesin kel ve göbekli bir adam bu” diyor. Hoppala! Kahkahadan karakter analizi yapacak neredeyse...Hızımı alamayıp kahin kıza dönerek “Nasıl anladın bunu?” diyorum, o da bana “Öyle geçti içimden” deyince gidip bakıyoruz ki gerçekten de adam kallavî göbekli ve bildiğin kel! “Tebrik ederim” diyorum, laf arasında uluslararası ilişkiler okuduğunu duyduğum için “sen bu analiz yeteneğini mesleğine enjekte et” diyorum. Kahin kız da bana “bazen oluyor bana öyle, insanların sadece yüzlerina bakıp isimlerini, burçlarını vs. tahmin ediyorum” diyor. Gevrek gevrek gülen ben kendinden emin bir şekilde “Hadi benimkini de tahmin et o zaman” dediğimde sırası ile gelenler şunlar: “Bence uzun bir adın var. Üç heceli büyük ihtimalle. Mesela...Mustafa gibi.” Elimi uzatıp kıza inanmaz gözlerle karışık bir tebrik daha veriyorum ve “ikinci biran benden” diyorum. Kahin kız da inanmıyor nedense bu kadar çabuk tahmin edebildiğine! Ama burcumu bilemedi, o ayrı mesele.

Neyse efendim, sonra sıra arkadaşlarıma geliyor. Bizim Kuş için “Sende Ahmet tipi var” deyince kuş çok bozuluyor, “hayatımda hiç bu kadar aşağılanmamıştım” diyerek. Kahin kıza “kuşgillerden bir isim” deyince “Kartal” deyiveriyor, bizim Kuş buna da “neden herkes direkt yırtıcılara gidiyor ya!” şeklinde sinirleniyor. Sıra Chi’de...Kahin kız ona da “bence senin adın Serap’tır” deyince Chi “o ne ya, pavyon adı gibi” deyince bu sefer bozulma sırası Kahin Kız’da... Arkadaşların gerçek adlarını söylüyoruz, kız ikisine de oldukça şaşırıyor ve “biz artık kalkalım” mırıltıları eşliğinde mekandan ayrılıyorlar. Tam kapıdan çıkarken “Senin adın da bence Gökçe!” diye bağırıyorum, “Hayır, Aslı!” diye gülüyor ve gidiyor.

Bu dakikadan itibaren Kuş’un “askere gittim geldim, hala daha tanıdığım en yüzsüz ve yayvan herif sensin” gülüşlerine maruz kalıyorum, “yazmadım ya neden yazayım manyak mıyım, yarın gidiyorum” diye kendimi savunsam da “ortam yaratma” konusundaki yüzsüzlüğüme kendim de gülüyorum.

Bitti.

Bitmeeezzzzzzzz!

Zurnanın son deliği: Kuş’un adı “Martı”. Kahin Kız Aslı’nın da es geçmediği üzere herkesin bunu duyduğunda ilk cümlesi “Ama Martı kız adı?”. Adam askerde neler yaşadı acaba, yazık...Chi’nin adı ise “Özde”. O da zor bulunur bir isim ve kesinlikle Serap ile ilgisi yok.

Sözüm meclisten dışarı: Serap adına benim bir gıcığım yok efenim, o arkadaşın şahsi fikri!

8 Ocak 2011 Cumartesi

SOYA SÜTÜ YA DA İYİLİĞİN ERDEMLERİ

Şu an en yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgünü kutlaması için evden çıkmadan hemen önce bir bardak çikolatalı soya sütü içiyorum. Ben süt içmekten nefret ederim, o zaman nedir bu durum? Anlatayım hemen…

Dün Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nun önünden Taksim’e doğru yürürken Kongre Sarayı’nın önündeki terasta bir hatıra fotoğrafı çektirmek istedim. Etrafta sadece kenara oturmuş sigara içen iki kadın vardı. Birine yaklaşıp “Pardon, bir fotoğraf çeker misiniz?” diye sordum, “Hayır” cevabını çok sert ve net alınca “Teşekkür ederim” diyerek uzaklaştım. Kadın arkamdan “Zaten sinirim tepemde, bir de fotoğraf çekmemi istiyor, densize bak!” diye bağırdı. Ben nereden bileyim onun sinirli olduğunu ki…Ayrıca bunun neresi densizlik şimdi? Hayır dedi ben de ısrar etmeden devam ettim.

Bugün akşam uğruna ta İzmir’den kalkıp geldiğim insan beni beş dakikalık yürüme mesafesinde 1 saat bekletip sonra da aramayınca artık bana verdiği hiçbir sözü tutmadığına hükmederek onunla ilişkimi kesmeye karar verdim. O sinirle dönüş yoluna başladım. Metroya bindiğimde sinirden titriyordum (şimdi burada bu sona varan olayları ayrıntı anlatmayacağım, onlar başka bir yazının konusu) Yanıma siyah kıvırcık saçlı yeşil lensli bir kız oturdu ve oturur oturmaz oldukça yüksek bir sesle sakız çiğnemeye başladı. Tam kalkıp başka bir koltuğa oturacaktım ki “sinirlisin, sakin ol” diyerek kendimi orda kalmaya ve sese kulaklarımı tıkamaya zorladım. Bir iki dakika sonra kız bana dönerek “Pardon, Taksim’e daha çok var mı?” diye sorunca İstanbullu olmadığını da anlamış olduk. Hesaplayarak kaç durak kaldığını söyledim, teşekkür etti ve sustu. Ben de kitabıma daldım olanları düşünmemek için. Bir ara yeniden dürtüldüm, kafamı çevirince kız “nerede olduğumuzu nasıl anlayacağız? Hiçbir şey yazmıyor” dedi, böylece ben de metronun elektronik sistemlerinin çalışmadığını fark ettim. “İstasyonlarda yazıyor ordan bakabilirsin” dedim, “Burada Fulya yazıyor” deyince inmem gereken durağı o olmasa kaçıracağımı fark ederek “burası Mecidiyeköy, sen iki durak sonra ineceksin, iyi akşamlar” dedim ve koşarak kapı kapanmadan önce indim.

Yürüyen merdivene vardığımda önümde iki elinde de kocaman torbalar taşıyan bir kız vardı. Merdivenin çalışmadığını görünce oflayarak elindeki paketleri yere bıraktı ve merdivene bakmaya başladı. Arkasından gelirken “Acaba yardım etsem mi” diye düşündüm ama “Zaten sinirliyim bana ne onun derdinden” diyerek devam ettim. Tam o anda dün fotoğraf çekmesi için rica ettiğim kadın aklıma geldi ve “sen onun gibi yapma, yardıma ihtiyacı var işte kızın” diye düşünerek geri döndüm. “Yardım etmemi ister misin” dediğimde yüzünde beliren gülümsemeyi görseydiniz yeterdi anlatmaya her şeyi. “Çok sevinirim” dedi. İki torbayı da (gerçekten baya ağırmış torbalar bu arada) alıp merdivenleri çıkmaya başladık. Bilmeyen için, Mecidiyeköy metro’nun merdivenleri oldukça uzundur) Merdivenlerin sonuna geldiğimizde “Çok teşekkür ederim” dedi gülümseyerek, ben de gülümseyerek “Bir şey değil” dedim. İyi akşamlar dedik ve ters yönlere doğru yürümeye başladık. Bir iki adım atmıştım ki arkamdan “Bir dakika!” diye bağırdı ve “Çok teşekkür ederim, yardım ettiniz, bir kutu süt vereyim size” dedi. “Gerek yok” derken o bana aldırmadan poşetlerden bir kutu süt çıkardı ve bana uzattı. Teşekkür ettim ve ayrıldım.

İşte böyle şu an içmekte olduğum çikolatalı soya sütünün hikayesi. Tüm sinirime ve bana yapılan saygısızlığa rağmen biraz iyilik duygusu ile keyfiniz yerine gelebiliyor. Teşekkür ederim yüksek sesle sakız çiğneyen kız ve poşetlerini taşıma teklifime bana hırsız muamelesi yapmadan tepki veren sevimli kız. Kim bilir, belki bir gün yeniden karşılaşırız!