25 Aralık 2010 Cumartesi

O ZİNCİRİ KIRAR, ÇARKINA MONTE EDERİM

Mesleğim gereği insanları anlamam gerek, değil mi? Ama bazen beceremiyorum. Yani, ne kadar denesem de kafam basmıyor yapılan bazı şeylere. Ben mi embesilim diye düşünmüyor değilim...Yakın arkadaşlarımın hepsine beni sorsanız “dünyanın en large adamı, biraz artık sahiplenmeyi öğrenmesi lazım” diyeceklerdir adım gibi eminim nah şuraya yazıyorum. Bu elde bir, tutun aklınızda.

Bir arkadaşım geliyor hikayesini anlatıyor, özetle üniversite yıllarında üç dört erkeği aynı anda idare eden, hepsini kendine köpek yapıp topuna aynı gün aynı saatte aynı yerde randevu verip başa çıkabilen bir kız hiç birini ötekine çaktırmadan. Şimdilerde yalnızlık çekiyor yeni taşındığı şehirde, depresyona giriyor. Sebep? Çünkü artık eskisi gibi değil. Daha ayrıntı verirsek bu arkadaşım ilgi manyağı olmuş durumda (bu açlığını da aileis ile ilişkilerine bağlıyor) İlgi görebilmek için erkeklerle oldukça flörtöz bir tavrı var, sonra da çocuklar buna aşık olunca da “arkadaş kalmayı neden beceremiyor bu erkekler” diye tepki gösteriyor. En sonunda beni de delirtti, bir bira muhabbetinde sakinliğimi kaybettim: “sen sırf ilgi görmek için çocuklarla yakınlaşıyorsun, ee adam devamını isteyince de ona suç atıyorsun” diyerek.

Aynı arkadaşım kendisine aşkı sönmüş eski sevgili için ise “nasıl beni artık sevmez” diyerek onu yeniden kendine bağlama planları yapıyor ama sonunda bir ilişki yaşama niyeti yok. Sadece istediğinde çocuğu yeniden kendine aşık edebileceğini kendine kanıtlamak istiyor.

Esas sorun ise şu: Etrafındaki ilişkilere ya da kendisiyle ilgilenenlere bakıp bakıp “Neden bu insanlar oyun oynuyor, neden böyle yapıyor, gerçekten değer verecek aşık olacak adam gibi adam kalmamış” diyebiliyor! “Sen oyun oynarsan herkes oynar tabii ki” diyorum, bana hak veriyor, ama bir değişim yok...

Bu zincirleme tepkime gibi aslında. Bu tarz oyuncu, aldatmaya meğilli, ilgi odağı olmaya gönüllü insanlar genelde doğuştan bu halde değiller. Esaslı bir kaızk yedikten sonra “madem öyle, işte böyle” sloganı ile değişiyorlar. Ama fark etmedikleri şey kelebek etkisi denen olay. Sen bir kişiden kazık yedin diye belki 10 kişiye kazık atıyorsun. Sonra o 10 kişinin her biri senden kazık yedi diye gidip başka 10 kişiye kazık atıyor. Böylece sayılar sınırı alıp herkesin “oyuncu” olmasına sebep oluyor. Bunu yapıp yapıp arkasından “adam gibi adam / adam gibi hatun kalmamış” demek bana büyük çelişki gibi geliyor.

“sen oyun oynarsan herkes oynar” dedim bu arkadaşıma, bu düşüncemi çok tuttuğunu belirtti ama hala daha oyunlar devam ediyor. “Sence ben nasıl gerçek aşkı bulucam baksana herkes bi garip” şeklindeki muahbbetler de tam gaz devam. Ne yapacağımı şaşırdım artık, öneri istediği zaman sadece “insanlık hali bu, bulursun merak etmeeeee” şeklinde yayvan cevaplar veriyorum. Ne yapayım, kafa patlattığımda da nasılsa dinlemiyor.
Bu bir kişi olsa belki bu kadar kafama takılmaz ama, herkes böyle. İlişkileri güç oyununa çevirmek, karşı cinsteki popülerliğini ego tatmini olarak kullanmak, beş çiçeği aynı anda koklamak...sonra da “gerçek aşk”, “sadakat”, “karşılıksız sevgi” beklemek...Yapmayın lütfen. Ya herro ya merro, ikisi aynı anda olmaz.

Herkes hayatında istediği insanın özelliklerini “şöyle olsun böyle olsun, şu da olsun bu da olsun, beni çok sevsin benim herşeyime anlayış göstersin, beni sıkmasın benimle her ortama girsin, benimle herşeyi yapsın” diye sıralıyor. Peki yavrucum, sorarım sana, tüm bunların karşılığında sen ona ne sunacaksın? Ona ne vereceksin de o adam / kadın seninle olmayı, sana bu istediklerini sunmayı kabul edecek? O kadar mükemmel bir yaratık karşılığında senden de aynı şeyleri beklemeyecek mi? Sen onun girdiği her ortamda ona eşlik edecek, onun istediği şeyleri sırf onu sevdiğin için onunla yapacak, onu kaybetmemek için fedakarlıklar gösterecek misin? Buna cevabını iyi düşün, davranışlarınla tutarlı olmazsa daha çok canımı sıkıyor çünkü.

Çemkirdim farkındayım ama, artık sıkıldım. Bok yiyip yiyip çocuk sesiyle “affett beni aşkııımmmm” diyen kızlar ya da aldatıp aldatıp yakalanınca “sana aşığım, beni bırakırsan ölürüm bebeğim” edebiyatı çeken erkekler. Hepinizi toplayıp bir adaya koysak da dünyanın geri kalanı bari rahat etse, siz de o adacıkta Darwin Amca’yı şâd ede ede üreseniz...
İlgi gösterin ki ilgi göresiniz. Bir kere iki kere affedilir, aşık olunduğu için bir kaç kez karşılıksız fedakarlık yapılır. Bir yerden sonra sabır tükenip de hep alacaklı taraf olduğunuzu anladığınızda kapıyı net olarak çekip çıkarsınız. Bırakın geride kalan oyunlarına devam etsin, siz bir sonrakine aynı oyunları oynamayın yeter. Zincir br yerden kırılmalı değil mi?

29 Kasım 2010 Pazartesi

YENİ MÜZİKAL SİSTEMİM

1: Umut
2: Mutluluk
3: Sevgi / Aşk
4: Tutku
5: Hayal Kırıklığı
6: Nefret / Öfke
7: Özlem

Müziğin, diğer tüm sanat formlarından kat be kat fazla olarak, duyguları ve imgeleri aktarmada bir “süper iletken” olduğunu düşünüyorum. Bir melodi, bir ses, ya da bazen tek bir nota bile size yaratıcısının o eserde anlatmak istediklerini aktarabilir. Bu yüzdendir ki hiç bir film, heykel, tablo ya da fotoğraf tüylerimi diken diken etmez ya da gözlerime yaşlar getirmezken bir çok şarkı çok güçlü duygular yaratmayı başarır.

Belki de ben ses karşı daha duyarlıyımdır, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey, daha dün çok yeni tanıştığım bir insandan hiç bilmediği bir dilde daha önce hiç duymadığı bir şarkıyı gözünü kapatıp dinlemesini ; ve sonrasında şarkının zihninde neler çağrıştırdığını, şarkıyı söyleyenin kim olduğunu ve neyi anlattığını bana tasvir etmesini istedim. Ortaya çıkan sonuç inanılmazdı (Her ne kadar günün ilerleyen saatlerinde yaşadıklarım ve duyduklarım bu mucizenin şarkıyı dinleyen muhteşem insandan kaynaklandığını düşünmeme neden olsa da)

Bu yazıyı yazma amacına gelirsem, müziğin temel elemanlarının kayda geçirilmesi için kullanılan sistemlerden biri olan “7 notalı oktav” sistemine kendimce bir bakış açım var. Bence do notasından başlayıp si’ye kadar giden bir oktavda (diyezleri ve bemolleri saymadan) her notanın bir karakteri, bir hikayesi, anlatmayı daha iyi başardığı bir duygusu var. Ve yine inanıyorum ki bu notaların “karakterleri”ni oluşturan duyguların dağılımı rastgele değil, biz insanların hayat döngüleri içerisinde bir çok olayda ve bir çok kişiyle yaşadığı duygu çevrimini kopyalıyor.

Yazının en başındaki liste toplu bir özet sunuyor ama bira daha derinleştirmek istiyorum. Her notanın duygusal eşdeğerini ve bu duyguyu (kendimce) en iyi şekilde aktaran şarkıyı paylaşmak istedim:

Normal gamda “Do” notasına karşılık gelen ses bence en çok “Umut” duygusuyle eşdeğer. Bu sesle başlayan ya da karar sesi bu olan ezgiler insanda “işte yine yepyeni bir gün, bugün dünden farklı olacak” havası yaratıyor. Bence bu notanın tartışmasız hükümrânı “Alan Parson’s Project”in muhteşem şarkısı “Turn Of A Friendly Card” olacaktır, sözleri duymasanız bile bu şarkı insana hayatın güzel ve sürprizlerle dolu olduğunu hatırlatır. İntihara eğilimli bünyelerin mutlaka dinlemesini, hatta günde iç doz dinlemesini tavsiye ederim.

“Re” notasının bu dizideki karşılığı “Mutluluk” duygusuna yakışıyor. Bu sesin baskın olduğu şarkıları dinlerken mutlu çocukluk hatıralarını ya da geçen haftasonu sevdiklerinizle yaptığınız o neşe dolu kahvaltıyı hatırlayabilirsiniz. Kendinizi yemyeşil kırlarda bir bahar günü koşarken hayal edebilir ya da bir dağın zirvesinde cesaretinizin ve azminizin ödülünü almış olduğunuzu düşleyebilirsiniz. Bu notanın kraliçesi ise “Secret Garden”ın dahiyâne derecedeki basit ama başarılı bestesi “Steps” olacaktır.

“Mi”ye geldiğimizde bir çok aşk şarkısının bu notadan ya da karar sesi mi olan akorlardan faydalandığını görebiliriz ki bu da en doğru seçimdir, çünkü benim dizimde bu ses “Aşk” ve “Sevgi”ye denk düşer. Mi sesi her sevgide olduğu gibi bir parça hüzün barındırsa da bolca güzellik içerir. Mi yeni bir başlangıçtır, ama ne yöne gideceği belli değildir, inişlere de çıkışlar kadar sık rastlanılır. “Mi” ülkesinin prensi “Sailor Moon (Ay Savaşçısı)” isimli anime için yazılmış olsa da animenin yayınlandığı süreden çok sonra ilk kez dinleyici ile buluşan “Ai Dake Ga Dekiru Koto” isimli parçadır.

“Fa” notasının adını verdiği ses ise oldukça güçlü, inatçı ve dik başlı bir karaktere sahip benim gözümde. Hayatında yer verdiği şeyler onun için çok önemli ve onlara çok bağlanıyor, ama bu bağı aynı zamanda onları incitip korkutmasına da yol açıyor. Çoğu İspanyol flamenko şarkısının bu notayı şarkının geriliminin arttığı bölümlerde sıkça kullanması bu yüzden. Tahmin edilebileceği üzere ben buna “Tutku” notası diyorum. Ki bence tutkunun, delice ve yok edici tutkunun doruk noktası Daniel Lavoie’nın “Notre Dame de Paris” müzikalinde çingene kızı Esmeralda’ya olan tutkusunun sonunda her ikisini de yok edeceğini anlattığı “Tu Vas Me Détruire”dir.

Geldik “Sol”e...Sol aslında çok belirsiz, çok serseri bir nota. Size bir şeyleri kaybettiğiniz, çok istediğiniz bir şeyin olmadığı duygusunu yaşatır, mutlu görünmeye çalışsa bile canınızı yakar. Boşluğa alınan bir bilettir. Bu yüzden sol bizim oktavımızda “Hayal Kırıklığı” ile eşleşiyor. Karar sesi sol olan şarkıların majör ve minör diziler arasında hiç çaktırmadan geçiş yaptığını sık sık fark edebilirsiniz, nedeni budur: hiç bir hayalkırıklığı gelişini öndecen haber vermemiştir! Bu kaygan ülkenin yarı deli imparatoru da elbette “Queen” in tüm bunları içinde barındıran şâheseri “Bohemmian Rhapsody” seçilmiştir. “Let Me Go!” diye bağırsanız da sizi bırakmaz, haberiniz olsun.

Oktavımızın bir sonraki yani altıncı üyesi olan “La” notası da çift karakterlilerden. La ile başlayan minör dizilerde size büyük acılar çektirmiş insanlara ya da olaylara karşı sessizce kabullenilen bir nefret sezersiniz, majörler ise bu madalyonun agresif yüzünde dururlar. Bu yüzden “La” notasının karşılığı “Nefret” ya da “Öfke” olacaktır. Bu iki duygunun arasındaki ilişki de az önce bahsettiğimiz majör – minör ilişkisine benzer. Karar sesinin taşıdığı duyguyu en iyi anlatan şarkı ise “Bruno Pelletier”in bir Kanada müzikali olan “Dracula”da vampirlerin en ünlüsünü canlandırırken seslendirdiği “Entre L’amour et La Mort”tur.

Ve geldik sona...”Si” notası gamın en sonunda yer alması ile bile bir çok şeye hazırdır aslında, o gizemlidir, hüzünlüdür, ama yine de en çok hatırlanan da o olacaktır...Bu nedenle, “Si” benim oktavımda “Özlem” olarak anılır. Her ne kadar artık yanınızda olmasa da “belki”li, “en azından o mutludur”lu düşünceler sarar etrafınızı. Ondan haber almak üzdüğü için haber almazsınız, ama merak da asla sönmez. Si ayrılık şarkılarının, nostalji anlatan parçaların sesidir. “The Tolkin Ensemble”ın büyük ustanın “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinde yer alan şarkı ve şiirleri seslendirdiği albümlerindeki “Sam’s Song In The Orc Tower” isimli parça en mutlu gününüzde de dinleseniz içinizi burup gözlerinizde yaşlara neden oluyorsa işte bundandır.

Hepsini bir araya getirirseniz sıralamanın:

Umut – Mutluluk – Aşk / Sevgi – Tutku – Hayalkırıklığı – Nefret / Öfke – Özlem

Şeklinde olduğunu görürsünüz. Hayatınıza girip çıkan insanları ve her birinin yaşattıklarınız kronolojik olarak bir düşünün. Yabancı gelmiyor değil mi?

Hepimiz bir “umut”la başlarız her hikayeye, sonra dileklerimiz kabul olur, “mutlu” oluruz. Düşüncelerimize dolmaya başlar, ona karşı “sevgi” besleriz, “aşık” oluruz. Zamanla onu sahiplenir bağlanırız, “tutku”muz, takıntımız olur. Bu halimiz yüzünden ya da bambaşka sebeplerden dolayı bir gün aslında onun bizim dileklerimizi karşılayan kişi olmadığını, apayrı dünyalarda gezdiğini öğrenir ve “hayal kırıklığı”na uğrarız. Bu olunca da önce ondan “nefret” eder, aynı anda da nasıl bu kadar aptal olabildiğimizi düşünerek kendimize “öfke”leniriz. Ama aradan zaman geçer, o acı duygular hafifler ve biz geçmişi hatırladığımızda sadece mutlu anları görüp o günleri “özlem”eye başlarız...

Derken bir gün, “özlem” bitmez ama, hayat yepyeni bir “umut”la bir üst perdeden devam eder...

6 Kasım 2010 Cumartesi

SARDUNYALAR ve NERGİSLER

Zaman hiperaktif bir çocuk gibi, habire koşuyor bir yerlere, habire bir şeyleri unutup yerine yenilerini koyuyor...”Gülümse, yoksa ben nasıl yenilenirim” der gibi sanki bana, ama gülümsemek kolay sanki hiç bir şey hissetmezken. O kadar boş ki içim, o kadar ruhsuz, duygusuzum ki, yüzüme bir şeyler yerleştirirken zorlanıyorum hayatımda ilk kez. Fizik kanunları hiç bir şey vardan yok olmaz dese de, biliyorum ki şu an askıya aldığım hayatımda bir çok şey yok oldu. Bir kısmını ben yok ettim, doğru, ama bu boşluk gerekliydi. Çok yüklenmiştim, hafızam yetmiyordu, aynı anda bu kadar çok kişiye ilgimi bölemiyordum artık.

Yargısız infaz yaptım, bu da doğru. Hayatımdaki insanların bir kısmı ile ilgili şüphedeydim, ama karar vermek için, yargılamak için subjektiflik gerekir böyle durumlarda. Rakamlar değil bu, insanlar. Oysa ben boşum, ben duygusuzum, ben ruhsuzum bir süredir, bunu anlayabilir misin? Bence anlarsın.

Amacım özür dilemek filan değil, özür dileyecek bir şey yapmadım. Artık istemediğim bir parçasını sona erdirdim hayatımın. Hem kendimi, hem onları özgür kıldım. Her devrim gibi sancılı, acılı ve kayıplı oldu. Başka türlüsü düşünülemezdi. Şimdi yalnız mıyım, evet yalnızım. Ama bundan gocunmuyorum. Rahatsız olduğum tek şey, etrafımdaki sosyal hayatın devam etmesinden kaynaklı bir “kol kırılır yen içinde kalır” durumu. Taze bitti topik, canın sağolsun.

Zaman diyordum evet. Ben duruyorum bir süredir, o akıyor. Nehrin ortasındaki kaya gibi zamana bakan yüzüm yosunlanıyor yavaş yavaş. Bundan sonraki maskem bu demek ki, yeşil dolaşacağız bir süre. Görenler de “bahar gelmiş bu adama, yeşillenmiş” diyecekler. Kafamı sallayıp gözlerim ışıldasın diye ışığa döneceğim, onlar da mutlu sanacaklar. Mutlu değilim ki. Mutsuz da değilim. Olmayan bir şeye sıfat yüklemek ne kadar mantıklı.

Yeni bir şehir bulamayacağım, başka bir deniz de yok. Öyleyse sadece beklemek var. Olumsuz hayat koşulları nedeniyle ertelenen seferler var. Yolcu salonunda hiç tanımadığımız insanlarla yüzleşmemek, varacağımız yer her neresiyse oraya yalnız ayak basacağımızı bilmenin o titrek hüznünü doğrulamamak için kapayacağız gözlerimizi. Kulaklarını tıkayacak bazılarımız, sadece kendi istedikleri seslere izin verecekler, kendilerinden başka kimsenin duymadığı sesleri. Ve işte böyle, “hiç kimse” olarak devam edeceğiz bir süre. Biletimi kendim aldım, benden başka hiç kimsenin değil bu karar.

Kendimle kalacağım bir süre. Sonra eski tanıdık yüzlerle değil ama yeni bilmecelerle ilerleyeceğim yolumda. Hepimiz zamanın çocuklarıyız, unutmak genlerimizde yazılı. Ben seni unutacağım, sen beni. Ne sevgin kalacak, ne nefretin, ne pişmanlığın ne de özlemin. Boşluğu en iyi sen bilirsin lityum sarhoşu.

İki kişiden hangisinin hayatımıza yalan soktuğunu düşünüp birini infaz etmektense, cellat sahneden inmeyi seçti. Birimiz yitirdiyse duygularını, diğerleri kendi dostluklarının kaderine kendileri karar vermeliydi. İşte şimdi her şey açıklandı. İnceldiği yerden koparttım bu ipi, artık sen de yükselen bir balonsun. Hayatın artık tamamen sana ait. Ama sen bunu asla anlamayacaksın, o da benim hareketlerimin sonucunda ödeyeceğim bedeldir. Bakma, bencilim ben de, kendimi de özgür bıraktım. Sempati duyulacak bir şey yok.

Sen hala bir söyleyip bin gülen çocuklardansın, tadını çıkar. Bense şarkılarımla mutluyum, son sardunyalarıyla bu geçmişin...

24 Ekim 2010 Pazar

PARAPSİKOLOJİ (Sİ)

İnsanlar çok garip. Ne zaman bir arkadaşım beni birisiyle tanıştırsa (önceden bunu yapmaması için uyarmama rağmen) “Bak bu Mustafa, psikoloji mezunu ehu ehu” diyerek gülüyor. Çünkü çok iyi biliyor ki bu cümlenin hemen ardından karşımdaki daha 3 saniye önce adımı bile bilmediğini unutup “aaa hadi ya, tesadüfe bak, benim de bu aralar baya bi sıkıntım var, düzelt beni hadi” diyecek.

Hangi birine yanayım? Birisiyle tanıştırılırken sanki tek özelliğim buymuş gibi sürekli psikoloji mezunu olduğumun ilk önce aktarılmasına mı, karşımdakinin ruh sağlığını anadol kamyonet kaportası zannedip “bi el atıver” demesine mi...Yoksa her seferinde yutkunup sonra gülümseyerek “hayırdır ya ne derdin var anlatmak ister misin?” dediğimde bülbüller gibi öten şahısların ben “bak şöyle şöyle yapmayı bir dene istersen, işe yarayabilir şu nedenden ötürü” dediğimde (sanki eğitim alan kendileri konuya fransız olan da benmişim gibi) “ama olmaz ki öyle” diyerek önerilerimi üzerinde bir kez bile düşünmeden yok saymalarına mı? Bence sonuncusu daha iyi bir sebep.

Koçluk eğitiminde her bölümde eğitmenlerin tekrarladığı bir şey aklıma geliyor: “Ne olursa olsun, koçluk himeti karşılığında sembolik de olsa bir miktar para alın.” Bunda ısrarcıydılar çünkü deneyimlerinden çok iyi biliyorlardı ki insanlar karşılığını ödemedikleri bir hizmeti ciddiye almıyorlar! Benim durumumda da olduğu gibi “nasılsa buna para vermedim, dediğini yapmasam da olur” diyorlar, ama eğer karşılığında cüzdanları incelmişse “o kadar para verdik bari bir deneyelim de boşa gitmesin” oluyor iş. Saçmalığa bak diyeceğim ama, bu sanırım ortak özelliğimiz insan olarak. “Ucuz olan kalitesizdir” de bir başka garip bakış açımız.

Konudan sapmayalım. İnsanlar 5 liraya bir tane “kişisel gelişim” kitabı alıp onu okuyarak herşeylerini düzelteceklerine inanıyorlar. O kitapların bir çoğu “psikoloji” rafı altında yer alsa da aslında “parapsikoloji”ye daha uygun çünkü içindekilerin pek bir dayanağı yok. “Evrene pozitif enerji gönderin” mesajı ile kapağını açtığınız çoğu bu tarz kitap “aradığınız evrene şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra yeniden pozitif enerji gönderiniz” diyerek kapanıyor. Ama benim güzide insan kardeşlerim o 5 TL’lik şeye para verdikleri için abidik gubidik önerileri stilleri can hıraş uygulamaya çabalarken benim (ve bir çok meslektaşımın) onlara iyiliklerini düşündüğü için kimi içki masasında kimi otobüste verilen gerçekten faydalı bazı yöntemleri göz ardı ediyorlar. Eğer derdinizi bana anlatmak için 50 dakikasına tonla para verseydiniz kesin denerdiniz ama değil mi? Komiksiniz.

Dün de kuzenimin lideri olduğu izci grubu ile bir dağ yürüyüşündeydik. O kadar saçma bir sebepten ötürü iki liseli kız öğrenci arasında kavga çıktı ve o kadar klişeydi ki bir türlü ileteşememeleri, karşılarına geçip izledim. Biri kulağına kulaklığını takmış öbürüne ha bire laf ediyor ama onun laflarına verdiği tepkiyi bile duymuyor, öbürü de aslında karşısındakinden özür dilediği halde “sen beni dinlemiyorsun” diyerek ona kızıyor. Biraz izleyip “neden ileteşemedikleri” hakkında iki cümle söyledim gayet güleryüzlü ve ortamı yumuşatır şekilde, her nasıl olduysa bu sefer kulaklıkları takılı olduğu beni duydu ve “sana ne” diyerek tersledi. Ben de “garip, insanlar genelde sorunları olduğunda, kızdıklarında ya da üzüldüklerinde dertlerini dinlemem için bana parar verirler” dediğimde de tüm gtup yazının başındaki tepkilerle üzerime atladı. Mesleğimi aktif olarak yapmıyorum şu an ama eğer yapıyor olsaydım sanırım bunu kesinlikle acı bir deneyim olarak yazardım otobiyografime.

Demek istediğim o ki, psikologlar “ruh halinizi iki dakikada düzeltiveren” sihrili değnek sahibi insanlar değildirler. Bizleri etkileyen problemler hiç bir zaman (daha doğrusu bu genellemeye izin verecek kadar çoğu zaman) yüzeyde görüenlerden ibaret değildir ve öyle iki teselli verici söz, bir özgüven aşısı ile çözülmezler. Sizi tanımadan, kişilğinizi, geçmişinizi, görüşünüzü bilmeden vereceğimiz öneri ya da deneyeceğimiz terapi de kalp doktorunuza böbrek yetmezliğiniz olduğunu söylemediğinizde olacaklarla aynıdır. Yeni tanıştığımız birine içki masasında iki laf edip hemen onu dünyanın en ak pak ruhu haline getireceğimize kim inanır? Diyelim ki iki konuştuk, ilk izlenimle bir iki laf ettik, neden ciddiye almıyorsun? Hadi arkadaşım hadi.

Bu nedenle çok kararlıyım, normalde yapmak için para aldığım bir işi asla sırf iyilik olsun diye bedavaya yapmayacağm. Bunu bir çok konuda yaşadım, insanlar ya yaptığın işe bedava olduğu için değer vermiyor, ya da tepene çıkıyor nasılsa bedava diye. Her emeğin bir değeri var. Ne benim 4 yıllık eğitimim sizin içkinize meze, ne de saatlerimi harcadığım bir çekimin kareleri sevgilinizi kıskandırıp aşkınıza heyecan kattıktan sonra çöpe atmamı isteyebileceğiniz sex shop ürünleri. Bu çok kişisel bir serzeniş oldu ama örneklemeye yeter sanırım emeğin değerini. Sevgi neydi? Sevgi emekti. (iğrencim.)

Bir daha “parapsikoloji”ye ilgili birini görürsem ona önce “para psikolojisi” öğreteceğim.

13 Eylül 2010 Pazartesi

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA REFERANDUM

12 Eylül 2010, yani okuduğu okul artık damarlarındaki kana işlemiş bulunan arkadaşım Tepecan’ın tabiri ile 80 darbesinin 30. Yılı, Türkiye’de siyaset bilimi açısından oldukça gözle görülür bir vakanın takvimlerdeki yeri oldu. Lafı uzatmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz işte yeni anayasanın kabulü için yapılan referandumu ve sonuçlarını. Bu anayasanın kabul edilmesine üzülen kesimde olduğumu biliyorsunuz zaten hepiniz ama bu yazının amacı neden üzülüyorumu açıklamak değil.

Evet, bu anayasanın kabulü ile Ak Parti hükümeti üyeleri ve bilimum milletvekilleri, il başkanları vs. hem göreve gelmelerinden önce hem de görevleri esnasında yedikleri naneler yüzünden kendilerini yargılama hakkına sahip tüm adli organların üyelerini belirleme şansına sahip oldular mı? Oldular. Zaten her genel seçim ile allak bullak olan bürokratik kadrolarda istemedikleri en düşük seviyeli memuru bile isterlerse en iğrenç koşullarda çalıştırıp hiç bir sosyal hak vermeyerek kovamasalar bile istifa etmeye zorlayacak güce sahip oldular mı? Oldular. Sürekli demokrasi nutukları atarken kendilerine karşı çıkabilecek her sesi susturabilmek için elleri altındaki sivil kolluk güçlerine direkt komuta hakkı elde ettiler mi? Ettiler. Askeri organların kararları üzerinde aslında zaten 60’lardan beri hükümetin son sözü söyleme hakkı vardı ama kimse ordu ile arasını bozmaya cesaret edemediği için bunu kullanmıyordu, bunların korkuları da olmadığından onu da yaptılar, bunun anayasa ile pek alakası yok. Kısaca, AKP genel seçimlerden hemen önce bu anayasayı kabul ettirerek eğer seçimlerde bir kez daha kazanırsa (ki bu hızla giderse siyasi dünyamızın geri kalanları kazanır) bir daha diğer cephelere rahat vermeyecek kadar sistemi ele geçirme; eğer kazanamazlarsa da yaptıkları yanlarına kâr kalacak şekilde sıyrılma platformu hazırlamış oldu. Bu ülkenin de %58’i buna evet dedi, yapacak bir şey yok.

Bir çok kişi Aziz Nesin’in “bu ülkenin %60’ı aptaldır” lafına gönderme yapıyor şimdi. Haksızlık ediyorsunuz arkadaşlar. Gelin anlatayım neden bu sonuçla karşılaştık:

Anayasa gibi en baba hukukçuların bile anlaşmazlığa düştüğü bir konuda halkın kendi haline bırakıldığında sağ duyulu bir karar vermesini beklemek herhalde Hitler’in kendi kendine faşist politikasından vazgeçmesini beklemekle eşdeğerdi. Geçtim ilokul ya da lise mezunu olup hayattaki esas derdi evine iki tane ekmek götürmek olan esas oy potansiyelini, sizin benim gibi üniversite mezunu, biraz daha detaylı takip eden kitle bile anayasa gibi bir konuda yeterli bilgi sahibi değildir eğer özellikle onları bilgilendirmeyi amaçlayan birileri ile karşılaşmadılarsa. Düşünün, bunu cidden duydum ki, bazı insanlar “BDP de CHP de hayır oyu kullanın diyor, demek ki CHP PKK ile işbirliği yapıyor” diyebiliyorlar. Hani düz mantık bile değil bu. Ama neden böyle? Şimdi bu referandumu AKP mi kazandı? HAYIR! Bu seçim değil ki bir parti kazansın diğeri kaybetsin. Esas nokta da bu zaten: Ana muhalefet ve muhalefetin geri kalanı bunun bir anayasa oylaması olduğunu unutup genel seçim havasında propoganda yaptılar. Başarısızlığı garantilemek için amacınızı yanlış belirlemekten daha güzel ne yapılabilirdi acaba?

AKP “Evet” oyu verdirmek için yaptığı tüm tanıtımlarda “eğer bu anayasay gelirse şunlar şunlar değişecek, şunlar olacak, şunlar kalkacak” dedi. Dediklerinin doğru mu yanlış mı olduğu ayrı bir tartışmanın konusu, ama hukuk gibi her zaman halkın ortalama algısının üzerinde kalacak bir konuda seçmenlere neden kendi istediğin oyu vermeleri gerektiğini anlatmanın en güzel yoluydu ve bunu bolca kullandılar. Dikkatinizi çekerim, bu tanıtımlar sırasında muhalefetin tanıtım çalışmalarını baltalamaları ya da güç kullanmaları yine başka bir konu. Burda “AKP yönetiminin yaptıkları meşru mudur”u sorgulamıyoruz. “Muhalefet eden başarısız oldu”yu düşünüyoruz.

Peki AKP’nin bu başarılı taktiğine karşılık muhalefet ne yaptı? Aslına bakarsanız ben burda şaşırdım. Çünkü (ana muhalefet olarak sadece onları sayabiliyorum şu an) CHP’nin Kılıçdaroğlu ile daha akıllıca bir siyaset izleyeceği ve etkili muhalefet olacağı inancındaydım ama feci yanılmışım. Kılıçdaroğlu sanki Baykal’ın DNA’sından birebir kopyalanmış gibi davrandı ve halka hitap ederken “Bu anayasaya evet derseniz şunlar şunlar olacak, şunlar değişecek, böylelikle hepimiz arkamızda açık şemsiyelerle dolaşacağız” demek yerine gitti ve “Bu AKP’nin anayasasıdır, AKP zaten tu kakadır, öyleyse hayır deyin” şeklinde dolandı. Bunda iki büyük hata var:

1 – Az önce de bahsettiğim gibi, halka yeni anayasanın neyi değiştireceğini anlatmadın, sanki bu bri genel seçimmiş gibi davrandın ve “onları değil bizi seçin” dedin. Halbuki halk bunun “AKP mi CHP mi” seçimi olmadığının bal gibi farkındaydı.

2 – Sadece AKP karşıtı propoganda yürüterek AKP sempatizanı seçmen kitlesini kendinden direkt soğutmuş oldun. Halbuki bir önceki seçimlerin sonuçlarına baksaydın soğuttuğun kitlenin anayasayı kabul etmeye yeterli çoğunlukta olduğunu görecektin.

CHP’nin bu stratejik hatasına MHP ve BDP de aynı şekilde katılınca ortada “Hayır deyin çünkü AKP yaptı anayasayı” diye bağıran bir koro komedisi oluştu. AKP’nin belki de halka anayasanın ana içeriği hakkında bilgi vermekten uzak tek propoganda mesajı olan “Askeri darbe düzenini değiştirmek” de zaten olağanüstü hal yıllarında her iki evladından birini sivil savaşa kurban vermiş Doğu illerindeki etnik grupları coşturdu. Burda dikkat eidn yine “AKP’nin dedikleri gerçek miydi, o insanlar askeri darbe yüzünden mi öldü yoksa askeri darbe yüzünden daha fazla insanın ölmesi engellendi mi” gibi konulara girmiyorum. Politika gerçekleri anlatma sanatı olsaydı tek parti hepimize yeterdi. Oysa biz insanlara tek TV kanalı bile yetmiyor.

Sonuç olarak, Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor. ŞRTE’nin yurtdışındaki ve deniz aşırı ülkelerdeki destekçilerine selam göndermesi şaka gibi. O da zaten seçim kaznamış gibi yaptı kutlamalarını ama onunki daha normal, zil takıp oynasa da olurdu, ne de olsa yargıdan kurtuldu. Şimdi gelsin gemicikler, dolarcıklar, hatta ülkecikler.

Evet oyu verip de referandumdan sonra “Bu millet adam olmaz abi” diyen arkadaşlar, biraz insaf edin. İnsanların kapasiteleri var ve hepsi farklı, anayasa gibi über karışık ve soyut bir konuda herkesin düşünerek anlayabileceği ve karar verebileceği yanılgısına düşmeyin, onlara gerçekleri anlatma konusunda kabızlık yapanlara suç atın biraz da. Umarım CHP cephesi bu oylamadan ders alır da genel seçimlerde daha etkili bir stratei belirler. Yoksa kendilerinin de dediği gibi bu referandum AKP hükümetinin güven oyu olur.

Obama’nın da arayıp kutlaması ayıp. Entrika dediğin biraz gizli kapaklı yapılır, racondandır yani. Yuh.

9 Temmuz 2010 Cuma

poker gibi

Çelişki yaman şey.

Kendimi “iyi” görüyorum. İster işim olsun ister kişiliğim, “ben az bulunacak cinsten biriyim” diyorum kendime. Buna kendimi inandıracak kanıtlarım var çünkü.
Ama öte yandan, bunun tam tersini kanıtlayacak şeyler de fazlasıyla mevcut. İşim. Hayallerimin, kendime çizdiğim yolun o kadar uzağındayım ki şimdi. Sürünüyorum resmen. “Hak ettiğim bu değil” diyorum. Biliyorum ortam kötü, şanssızım vs. ama, ya “düşündüğüm kadar iyi” değilsem? Belki de “iyi”lik değil aranan? Karakterimin dik başlı yanı bana sorun, büyük sorun.

Öte yandan, özel hayatım da öyle.

Çok yakın bir arkadaşım “yaşın artık kardeş ruhlar yerine vitrin mankenlerini tercih edip hâlâ daha mutlu olabilecek sayıyı geçti Mustafa” demişti. Sözüne uydum. Öğrendiğim şey “kardeş ruhların da dengesiz olabileceği” oldu. Sorun bende mi? Belki. Bu sadece bir konu, çelişki yaşadığım.

Çelişkilerin en yamanı kendisiyle çelişmesi insanın. İçimdeki ses “bu kesinlikle yanlış. Sana mutsuzluk getirecek” dese de çok güçlü şekilde, bazen o içgüdünün beni yanılttığı günleri hatırlayıp dinlememeyi seçiyorum, ya da tam tersi. Sonuçta, mutlu olmak ya da olmamak her zaman yüzde elli şansa bağlı ve içgüdü dinle ya da dinleme, yaşayıp sonuçlarını görmeden bilemezsin. Sonucu gördüğünde de kaderine razı olup "bunu ben seçtim" demekten başka seçenek yok elinde.

İnsan bunu geçiremez ya da tedavi edemez. Her seferinde aynı riskleri almak, aynı acıları çekmek ya da aynı mutluluğu yaşamak için rest çekmek. Herşeyi kaybetmek ya da biraz daha kazanmak.

Hayat poker gibi.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Sevdiğin işi yapmak

Hep derler (ben de konuşmacı olduğum üniversite organizasyonlarında söylüyorum), "sevdiğin işi yap" diye. Doğrudur. Ama bir kaç gündür gözlediğim bir şey var, bu sözü o kadar doğruluyor ki. Paylaşmak istedim.

Sevgili Hüzünkovan (ya da blog dünyasındaki adıyla küçük prens) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Sinema-TV bölümündeki 2. senesini başarıyla bitirdi ve bu yaz nihayet bir filmin setinde çalışmaya başladı. Film hakkında bilgi vermek isterdim ama, yine kendisinin beni sardırdığı o muhteşem animedeki (the melancholy of haruhi suzumiya) o şirin mi şirin karakterin dediği gibi: "classified information" :)

Film İstiklâl Caddesi ve yakın çevredeki mekanlarda geçiyor. Ben de iş çıkışlarında yanına gidiyorum, ilginç bir dünya film seti. Saatler süren hazırlıklari saatler süren çekimler ve ortaya çıkan 1 dakikalık sahneler. Gergin bir ortam, kavgalar tartışmalar sürtüşmeler...Çalışma saatleri ve koşulları iğrenç, sabahlara kadar sokaklarda kalmak durumundasınız. Açsınız, tuvalete gitmek bile olay oluyor ördüğüm kadarıyla. Araalar her yere girmediği için bir sürü eşya taşınıyor, geçen insanlar, apartman sahipleiryle kavgalar filan da cabası. Cidden çok rezil bir çalışma ortamı.

Ama gelin görün ki, gözlemlediğim kadarı ile bizim Hüzünkovan Kuşu daha önce tanıdığım halinden baya bir farklı o set ortamında. Setteki herkes (neredeyse herkes) onu çok seviyor, ekibin küçük kızı gibi. Korunuyor, kollanıyor. Herkese karşı çok iyi güler yüzlü, yardımsever bir tavrı var. Gülümsüyor, gülüyor, insanlarla muhabbet ediyor. Daha önceleri dünyaya soğuk duran, insanların yanına yaklaşmasına pek izin vermeyen, kendi halinde cansız ve enerjisiz yaşayan o kız bir anda gözlerinin içi parlayan, enerjik, bıcır bıcır birine dönüşmüş. Setteki her dakikasında (söylense ve sıkılsa bile) ben eminim ki çok mutlu.

Çünkü o bu işi çocukluğundan beri tutkuyla isteyerek seçti. Çabaladı, öğrend, kendini geliştirdi, hala da devam ediyor. Küçük iş büyük iş demedi, sinema aşkına yaraşır şekilde yaşadı, ve hala da yaşıyor.

Dilerim hayatı boyunca hep bu tutkuyu devam ettirir ve buna uygun yaşayabilecğei iş tecrübeleri olur. O buna gönülden bağlı, bu yüzden de hiçbir zorluk onu rahatsız etmiyor, etse bile katlanacak gücü demotive olmadan devam etme yeteneğini kendinde buluyor.

Demek ki, gerçekten de, insan sevdiği işi yaptığında iş külfet değil keyif oluyor.

Hepimize örnek olsun HHüzünkovan'ın bu hali...

Sevgiler efendim...

10 Haziran 2010 Perşembe

Fotoğraf Blog'um

Merhaba,

Uzun süredir kendime bir portfolyo oluşturmak istiyordum, sonunda bunu blog üzerinden yapmaya karar verdim.

Fotoğraf çalışmalarımı http://mustafabilen.blogspot.com adresinden takip edebilirsiniz.

Özellikle gezi dergileri / şehir magazinlerine yönelik çalışmalarımı topluyorum, amacım asker dönüşü biraz daha kendimi geliştirmek ve bu işe adım atmak.

Beğendiğiniz çalışmaları paylaşırsınız umarım, böylece daha çok kişiye ulaşabilirim.

Destek veren herkese teşekkürler, bundan sonra da yanımda olmanız dileğiyle...

Sevgiler!

11 Mayıs 2010 Salı

Something burning-turning


-          Acaba kediler de öğle yemeği için mekan seçiyorlar mıdır? “Bugün nerde dursak Tekir?”  - “Bilmem ki Sarman, hadi gel bugün Barcelona’nın önünde duralım, oranın tavuk şinitzeli harika oluyor”
-          “Did we get this far just to feel your hate?” – “Bye bye beautfiul”
-          Özge’nin dediği gibi, sanırım artık vitrin mankenleri ile kardeş ruhlar arasında seçim yapmam gerektiğinde estetik kaygılarımı ikinci planda tutma yaşım gelmiş. Denedim ama olmadı, vazgeçmek için çok erken, çabalamak içinse çok geç hesabı.
-          “Sen çok rahat bir abisin, neden?” – “Saçmasapan bir yerlerde hiç de çekici olmayan koşullarda sevişeceğinize adam gibi yaşayın cinselliğinizi” Benim ağabeyliğim bu kadar.
-          Mutluluk hapı istiyorum. Ama lütfen mutluluk çubuğu olayına dönmesin.
-          Dany Brillant konserine son anda davet edildiğim içim üzerindeki paspal tişört ve spor ayakkabılar ile sahneye fırlamak, sahneye fırlayan tek erkek olduğuna bakmadan her yaştan bir sürü kadınla salsa yapmak, Dany’yle şarkı söylemek, “Esra’nın sana selamı var” demek. Eğlenmek. Sahnede fotoğraflarını çektiğim iki kız kardeşi fuayede aileleri ile görünce yanlarına gidip “fotoğraflarınız var, yollamamı ister misiniz?” demem, kızların babasının e-mail adresini vermesi.
-          “Erkekler kızlardan geç olgunlaşıyor o yüzden ben kendi yaşıtlarımla hiç anlaşamıyorum” diyen kızlara bir çift lafım var: Hayır! Erkekler geç filan olgunlaşmıyor. Bunu söyleyen kızların yüzde doksanı aslında hiç de olgun olmayan tipler bakıyorum da. Kızlar kısa yoldan kendine sosyal statü getirecek erkekler (para, kariyer, sanatsal yetenek, çevre vs.) arıyor (ki bu erkekler de o mertebeye ulaşmak için haliyle birkaç yıl vermiş oluyorlar hayatlarından) o yaştaki erkekler de çıtır genç vücut arıyor. Buna kılıf uydurmak için böyle saçma bir şehir efsanesi uydurmak neden? Alan razı veren razı.
-          Çim öteki tarafta hep daha yeşil. Kabul. Ama benim tarafımda sarı ya resmen! Ondan bu arayışım sürekli.
-          Aslı’nın daha benimle ikinci buluşmasında “senin estetik güdün çok güçlü, benden daha güzeline denk geldiğin anda beni terk edersin” diye teşhis koyması, ama sonrasında iki erkek arasında kalıp bunu benim bildiğimi bilmeden beni kendinden soğutma çabaları, kaçışı.
-           Sıcak Saatler dizisi ortaçağ’da geçseydi “Hayat ne tuhaf. Katırlar filan” diyecektik.
-          Gecenin 2’sinde defalarca arayıp “senle konuşmaya çok ihtiyacım var” diyen şahsın ertesi gün “yok bir şey” diyip tek kelime etmemesi. Mide kanaması ne güzel, ne güzel. Bunu rakı masasında anlattığımda arkadaşlarımın “senin canın çok sıkılmış anlaşılan, dert edecek şey aramışsın kendine” yorumu getirmesi.
-          “Lütfen böyle bir kızım olsun” diye seçtiğim fotoğraftaki kıza çok benzeyen ve kızıma koymak istediğim ismi taşıyan bir kızla tanışmam
-          Facebook’da kızın birinin beni Ulus 29’da tanıştığı bir adama benzetip “o sen misin” diye mesaj atması. Benim de “hayır değilim ama telafi etmem gerekiyorsa yine bir başkasının verdiği hasarı geleyim bu akşam 29’a” demem ama tabi kızın benim geçmişimi ve mesleğimi bilmemesi kaynaklı “sapık” muamelesi çekmesi.
-          Muamele.
-          Çeviri yaparken kendimi kaptırıp bir kilo yeşil eriği bitirmem, sabaha kadar kıvranmam.
-          Kadın-erkek eşitliği çerçevesinde erkeklere de 40 yaşında balon isteme ve depresyona girdiklerinde nutella yeme hakkı verilsin.
-          Yazın yaklaşması ile birlikte Odakule’nin önüne inilen her sigara molasının single bünyelere ziyan olması.
-          Politik görüşümün tutmadığı bir gazetenin “bize de reklam verin” demek için ofise gelirken içi badem ve fıstık ezmesi dolu çikolata topları getirmesi, benim “örümcek hislerim harekete geçti” diyip en yakın düz duvara doğru hamle yapmam, anlamayanlar aval aval bakınırken sadece bir kişinin gülmekten kırılması.
-          1 yıl önce istifa ettiğimde teslim ettiğim şirket lap-top’ında yerime işe alınan kızın bir dosyayı bulamaması, beni cepten arayıp “nerdeydi o dosya hatırlıyor musun” diye sorması. Benim kilitlenmem.
-          Bu sene Koç’un festivaline gitmiyorum. Hiç canım istemiyor, eğlenme ambargosu koydum kendime resmen.
-          Sailormoon da olmasa çocukluğu asla hissedemem sanırım içimde. Asker sonrası sağ omzumda hissetmeye kararlıyım.
-          Doğumgünüme Polyanna’yı çağırmak istiyorum. Ütü yapmayı da biliyorsa evlenebiliriz.
-          Parfüm çılgınlığı. 12 yıldır kullandığım Davidoff Cool Water’ı her duyanın “aaa bu babamın / abimin / eski sevgilimin kokusuuu” diyerek boynuma atlaması ama bir tek kişi için bile “Mustafa’nın kokusu” olamaması. Benim lanet okuyup kendimi farklı kokuları denemeye cengaver ilan etmem.
-          Artık rakının bile tadı kalmadı. İzmir git gide soluyor içimde.
-          “Ne zaman buluşsa kirpiklerin / Haritası çıkarılmamış bir deniz ölüyor / Kalbimin karanlık yüzünde”
Sevgiler, saygılar…

7 Mayıs 2010 Cuma

BALIK BAŞTAN, KARAYOLLARI BAŞKENTTEN KOKAR!

1-4 Mayıs arası Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nin çalışkan öğrenci kulüplerinden Akademi Borsa Merkezi’nin düzenlediği 2. Kariyer Model Zirvesi için Ankara’daydım. Gençler kendilerini gerçekten de çok güzel yerlere taşıyacak işler başarıyor orda, Kariyer Model’i bir gelenek haline getirerek her sene bir sektör seçip Türkiye’nin her yerinden öğrencileri sektörün önde gelenleri ve öncüleri ile bir araya getiriyorlar. Geçen sene bankacılık ve finanstı sektör, bu sene de medya ve reklam demişler.

Eğer ABM’nin düzenlediği Kariyer Model ile ilgili detaylı bilgi almak ve kendileriyle iletişime geçmek isterseniz şu linkten web sitelerini ziyaret edin derim.

Beni de “Dijital Pazarlama nedir, bu alanda ne gibi kariyer yolları vardır, bir dijital pazarlamacının günü nasıl geçer” sorularına cevap vermek üzere davet ettiler, elimden geldiğince sorularına cevap vermeye çalıştım, umarım onlar da memnun kalmışlardır birlikte geçirdiğimiz 1 saatten.

Neyse, konumuz benim Ankara’da geçirdiğim 4 gün ve trafikteki maceralarım. Özet geçmek gerekirse (yönetici özeti çıkarmak alışkanlık haline gelmiş) Ankara’da uçaktan indim, AVIS’ten bir araç kiraladım ve başladım yollarını hiç bilmediğim başkentimizde dolaşmaya…işte size gözlemlerim:

1 – Dünyanın hiçbir kentinde kavşaklar bu kadar berbat olamaz: Benim bildiğim, bir yolda sağdan sağa ayrılan bir kavşak varsa, üstteki yolun sağ şeridine çıkarsınız. Üsteki yolun sol şeridi içinse köprüden sonra sağa yol ayrılır. Ankara’da işler böyle yürümüyor. Sağdan çıktığınızda kendinizi bir anda geniş bir U dönüşü ile üst yolun sol şeridinde bulabiliyorsunuz. Sağ şerit için alt geçide girip sola – evet yanlış duymadınız sola – dönmeniz gerekiyor çoğu yerde! Böylece cep telefonumun GPS özelliği de işe yaramaz hale geliyor. Gereksiz yere alt geçit yapılmasının, köprülü kavşak sistemini önceden planlamamanın getirisi sanırım. Ya da Ankara’lı patronumun dediği gibi, “gereksiz yere bu kadar alt geçit yapılmasının tek nedeni belediyenin birine ihale yoluyla servet kazandırmak istemesi” olabilir. Bir nesil Melih Gökçek’le büyüdü (Pınar Süt reklamıydı sanırsam)

2 – Yönlendirme tabelaları ve sinyalizasyon konusunda Altın Ahududu ödülü Ankara’nın: Normal şartlarda yollarda yönleri ve kavşakları belirten tabelalar kavşaktan önce, sürücülerin görebileceği şekilde yolun üstüne yerleştirilir. Ankara’da bu tabelalar kavşakla anayolu ayıran tretuarın üzerinde yer alıyor. Dolayısı ile o trafikte giderken siz dönmeniz gereken kavşağın tabelasını gördüğünüzde çoktan dönüşü kaçırmış oluyorsunuz. Sonrası şenlik. Çankaya’ya gitmek için Or-An’dan döndüğümü bilirim. Tabelaların bit kadar oluşu ve gece uzunları yakmadan asla göremez oluşunuz da cabası. Ankara’da bir sürrealist: Melih Gökçek.

3 – Ankara’da ehliyet sınavını Manavlar ve Kabzımallar Birliği yapıyor: Ankara’lı sürücüler sinyalin icat edildiğinden habersizler. Haberdar olanlarsa sağları ile sollarını karıştırıyorlar. Şerit Ankara’lı şoförler için en az “Eyyafyallayöküll” kadar yabancı bir kelime. Kurallara uymaya çalıştığınızda da pencereden sarkıp hareket çekiyor taksiciler. Kırmızı ışık bir şey ifade etmiyor, bunu da anladım. Kırmızı ışıkta durursanız hareket çekmiyorlar ama kornaya basıyorlar “yürü” diye. “Nereye yürüyeyim be adam, kırmızı yanıyor” diye bağırırsanız bu sefer de “bi sensin bekleyen, yolu tıkama” diye karşılık veriyorlar. Tüm bunlar trafik polisinin gözü önünde cereyan ediyor ama kimse ceza yemiyor (Tüm Ankara’da ceza yiyen tek kişi benim sanırım. Uçağı kaçırmamak için çıktığım çevre yolunda 130’la gittim, 270 lira kestiler havaalanı girişince. Uçağı kaçırsaydım daha ucuza gelirdi). Kırmızı ışıkta durmuşsanız, en soldaki aracın yeşille birlikte 3 şeridi yatay geçip en sağa dönmesine hazır olun derim.

4 – Ankara’da Başbakanlık Korteji’nin ambulansa üstünlüğü var: İnanılır gibi değil ama Başbakanlık ya da Cumhurbaşkanlığı korteji geçecekse geçeceği yolları 15 dakika öncede kapatıp tüm araçları sağa çektiriyorlar, bir 15 dakika da geçtikten sonra bekliyorsunuz. Hastaya yetişmeye çalışan ambulans şoförü ile korumalar tartıştı, gözümün önünde adamı tutukladılar. Adam ölüyor orda yahu! Ankara’da 3 gece kalıp iki kez Başbakanlık, bir kez de Cumhurbaşkanlığı kortejine yakalanan tek bahtsız da benim sanırım.

Bunlar Ankara trafiğinde başıma gelenlerin sadece bazıları, hepsini anlatmaya ömrüm yetmez tahminimce. Bir daha İstanbul’a trafik yüzünden laf edersem iki olsun, sıkışık mıkışık ama en azından nereye gideceğimizi bulabiliyoruz hiç bilmesek bile.

Çok güzel 4 gün geçirdim açıkçası. Eski arkadaşlar, yeni yerler, yeni arkadaşlar, çocukluğa döndüren lunapark eğlenceleri, Eymir Gölü, ODTÜ (ve askerliklerini ağır bombardıman birliğinde yapmış kuşları), Gençlik Parkı'nda ışıklı akşamlar…Onlar da başka bir yazının konusu artık.

Sevgiler;

Tzygane

20 Nisan 2010 Salı

Zehirli Küremden Rüya Tabirleri

Rüyada Nietzche’yi görmek: Ertesi sabah bindiğiniz dolmuşta ter ve sigara kokusu eşliğinde Mahsun Kırmızıgül’den “Yıkılmadım Ayaktayım, Dertlerimle Başbaşayım” şarkısını dinleyeceksiniz demektir. Ya taksi kullanın ya da patronunuzu arayıp “Deprem oldu, evin önünde yarık açıldı” filan diyin


Rüyada Ritchie Blackmore’u görmek: Tanrı size “yürü ya kulum” dediğinde Ferrari’nizi satıp ortaçağ müziği yapmaya başlayacağınıza delalettir. İyisi mi siz para işlerini karınıza devredin.

Rüyada Teoman’ı görmek: Yarın akşam iş çıkışı gideceğiniz rakı masasından dönerken polis çevirmesi görürseniz paşa paşa arabayı ve ehliyeti verin, “Sağolsun memur abi anlayışlı çıktı” diyip de pert olmayın. Her canlı bir gün ölümü tadacak ama sizin daha vaktiniz var. Sizi gidi sizi.

Rüyada Yılmaz Özdil’i görmek: 40 küsür yaşınıza kadar sizi kimse bilmeyecek, ama 40 yaşından sonra çok iş yapacaksınız demektir. O yüzden, bir an önce yaşlanmaya bakın.

Rüyada Eric Cartman’ı görmek: Sabah uyandığınızda biyolojik annenizin aslında biyolojik babanız, biyolojik babanızın psikolojik amcanız (Long Live Yiğit Özgür!) olduğunu öğreneceğinize, bunun üzerine “gerekirse tüm Yahudileri Türkiye’den sınır dışı ederiz” diye demeçler vereceğinize filan işarettir. Bence siz bile kendinizden uzak durun, aman diyyim.

Rüyada Hugh Jackman’ı görmek: Vay be! “Hayvansı cazibe” diye buna deniyor olmalı. Çok karizmatik ve çok yeteneklisiniz, ama bazı hıyarlar (öhöm!) sizin için “hep aynı rolleri oynuyor ne bu sürekli geçmişini hatırlamayan kahraman tripleri, başarısız oyuncu” diyecek. Oscar heykelciğine bir sunucu kadar yakın, gençliğiniz kadar uzak olacaksınız, ne üzücü. O pençelere dikkat edin, sakal traşı için iyi bir seçim değiller. Bir de, 3 vakte kadar bir mıknatısla aranızda güçlü bir çekim hissetmeniz olası. Yerseniz.

...
Canım çok sıkkın bugün. Yolunda gitmeyen bir şeyler var, huzursuzum, her hücrem gergin. Bir şey olacak, ne olduğunu bilmiyorum. Ondan bu saçmalamalarım. Affola.

17 Mart 2010 Çarşamba

Katedralin Zamanı

Hiçbir dine mensup değilim, ve herhangi bir tanrıya da inancım yok. Dolayısı ile bu hissettiklerimin “tanrımın evine gelmek”le bir alakası olduğunu sanmıyorum. O zaman neden?

Bende çok özel bir yeri var lise yıllarımdan beri. En büyük düşüm, en can yakan özlemim oldu yıllarca. Acı çektim ondan uzakta yaşadığım için sürekli. Kendimi ondan koparılmış bir parça gibi hissettim, ona dönmek istedim, onunla yeniden birleşmezsem bu dünyada kaybolmuş gibiydim.

Gözlerimi kapadığımda tüm güzelliğiyle görebiliyordum onu, “ışığın şehri”nin diğer tüm güzelliklerini gölgede bırakacak şekilde tam ortasında duruşunu o meşhur nehrin. Kulelerinden gelen çan seslerini duyabiliyordum, ve o yüzyıllarca yaşındaki gülünden süzülen zarif ışıkları.

Bir kez verdi hayatım bana onunla buluşma şansını. Sonuna dek kullandım, diğer her şeyi, uyku dahil, boş verip onunla geçirdim gündüzümü, gecemi. Gündüz bana kucağını açtı, görmemi sağladı yeryüzü krallığındaki en tutku dolu şehri tüm ayrıntılarıyla. Phoebus yerini Luna’ya bıraktığındaysa ben onu izledim hayran hayran, o uyurken…Nefes alış verişleri vardı yemin ederim, rüya görürken göz kapaklarının oynamasını gördüm. Hala daha düşünüyorum, acaba gerçekten inanıyor mu insanların adına ona hayat verdiği o tanrıya?

Ne zaman bir fotoğrafını görsem, sanki yeniden onun önünde diz çökmüşüm gibi aynı yoğunlukta hissediyorum aynı duyguları: İhtişamını, gücünü, yüzlerce yıllık acılarını nasıl mağrur taşıdığını…Onun yanında o kadar önemsiz, o kadar küçük bir noktayım ki…Benim ilahım o, ona tapınıyorum. Kubbesini okşayan rüzgar bana da değsin istiyorum, beni izleyen heykeller beni fark etsin ve anlasınlar istiyorum, aralarında bir yer versinler diye yalvarıyorum, onun bir parçası olmak istiyorum!

Her gün en az bir defa isim annesi olduğu müzikali dinliyorum baştan sona, ona atfedilen o muhteşem hikayeyi dinlerken onu görüyorum, ama boyutsuz bir uzaydayız sanki, o merovanj kraliçeleriyle yarışan zerafetini son zerresine dek içime çekiyorum. Fiziksel olarak bu dünyada imkansız olsa da, ben baktığımda onun hem önünü hem arkasını, hem içini hem dışını aynı anda görüyorum.

Beynimde sert bir ses başlıyor o an, “güzel”, diyor, “bu kelime onun için kullanıldı”…Tarih boyunca insanlığın biriktirdiği tüm tutkuyu, şehveti, özlemi, kıskançlığı, arzuyu, kana susamışlığı damarlarımda buluyorum, ama o beni sakinleştiriyor, dindiriyor bedenimde gezinen alevi. “Merak etme” diyor, “sevgi hiç beklemediğin yerde en sadık şekilde duruyor, tıpkı adımı verdiğim hikayedeki o bedeni aşağılanmış ama kalbi kocaman kambur gibi…” İnanıyorum ona, tüm kalbimle inanıyorum.

“Değişim köprüsü”nün sonunda olması kadar mükemmel bir uyum olamaz diye düşünüyorum. Tam karşısında duran “adalet sarayı”nın kulelerinde bir zamanlar suçsuz insanlara işkence yaptıran kralların onun kucağında taç giydiğini hatırlıyorum, bana o krallara ne kadar darıldığını, onların yaptıklarını izlerken nasıl kanadığını anlatmaya başlıyor, 800 yıllık yaşamının tüm anıları benim bilincime doluyor. Ağırlaşıyor birden dünya, gözyaşlarımı tutamıyorum…

Ben, tek evi yollar olan Çingene, hayatımda gerçekten de sadece bir kez aşık oldum, bunu iyi biliyorum…

5 Mart 2010 Cuma

HSBC ve İK Politikaları

Çarşamba gecesi yaşadığım gıda zehirlenmesi vakası üzerine Perşembe günümü tamamen evde yatakta geçirdim, kafamın boynuma bu kadar büyük geldiği bir zaman dilimi daha hatırlamıyorum, o derece.

Bu über-neşeli halime bir de konfeti eklemeye karar verdikleri için HSBC bank insan kaynakları departmanına teşekkürlerimi borç bilirim, tanıyan varsa link yollasınlar lütfen, okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum bu yazıyı.

Direkt konuya dalacağım: Bu mudur sizin işe alım sisteminiz? Bu mudur yetkinlik ölçme-değerlendirme mekanizmanız? Aklınız nerede ey HSBC ahalisi? Saçmalamayın lütfen!

Olay şu: Geçen sene yazın iş aradığımda dönemde bu bankaya bir genel başvuru yapmıştım, çalışmak istediğim alanları da “pazarlama” ve “kurumsal iletişim” olarak belirtmiştim. Şu an Mart ayında olduğumuza göre aradan 8 ay geçmiş. Peki bu 8 ay içinde HSBC İK departmanı ne yapmış? Yememiş içmemiş “Acaba Mustafa’yı nasıl sinirden gülme krizine sokabiliriz” diye düşünmüş ve en etkili yöntemi bulmuşlar.

Telefonum çaldı, uzanıp açtım. HSBC insan kaynaklarından aradığını söyleyen genç bir bayan Mustafa Bilen’le görüşüp görüşmediğini sordu, ben de olumlu yanıt verince başladı saymaya.

- Merhaba Mustafa Bey, Temmuz ayında bankamıza yapmış olduğunuz başvurunuzu telefon bankacılığı müşteri temsilcisi pozisyonu için değerlendirmeye aldık, uygun olduğunuz bir zamanda sizinle görüşmek isteriz

Kaldım. Kal geldi. Resmen.

Bu başvuruyu 2009 Temmuz’da yaptığıma göre öğrenci olmadığım belli. Durum tespiti:

Koç Üniversitesi mezunu. Onur bursu sahibi. Çift anadal bitirmiş. 1 yıl küçük bir şirkette de olsa pazarlama iletişimi yöneticiliği yapmış.

Çağırılan pozisyon? Çağrı merkezi operatörlüğü. 10 saat penceresiz bir salonda 1 m2’lik bir hücreye tıkılıp müşterilerle telefonda konuşup sistem üzerinden operasyon yapan bu departmana genelde part-time çalışmak isteyen üniversite öğrencileri başvuruyor.

Sonuç? Benim telefondaki kadına önce “Ciddi misiniz?” demem, ardından da bu harika tepkimi “Pardon ama, doktoralı ekonomistleri de veznedar olarak mı çağırıyorsunuz?” şeklinde tamamlamam. Kadının “Teşekkür ederiz efendim” diyerek telefonu kapatması. HSBC’deki gelecek kariyer opsiyonlarımı bu şekilde baltalamam ama bundan dünya ağır siklet boks şampiyonu olmuş kadar şiddet dolu bir haz almam.

Tamam ekmek aslanın ağzında, tamam ortam çok kötü, tamam nitelikli elemanın değeri bilinmiyor ama, insanın bir özsaygısı var. Bu kadar da değil. Daha bugün öğle yemeğinde Harvard işletme mezunu, yine aynı üniversitede işletme üzerine bir de MBA yapmış bir adama yine aynı bankanın “peki İngilizceniz nasıl?” diye sorduğunu öğrendim. Tebrik ederim kendilerini. Ama adamın cevabı beni kırdı gülmekten: “Türkçemden biraz kötü”. Helal olsun.

Daha önce de buna benzer bir deneyimim olmuştu ama orası kurumsallıktan oldukça uzak bir yer olduğu için pek takmamıştım. Görüşmemizde bana “müdür pozisyonu için 6 ay deneme süresi olduğunu, bu sürede az maaş vereceklerini ama karşılıklı anlaşırsak süre sonunda tatmin edici bir rakama geçiş yapılacağını” söyleyen genel müdür bayanla histerik gülümsemelerim eşliğinde “müdür için deneme mi olur” tartışmalarımız “eğer bu rakamın altına düşerseniz beni aramayın diyeceğiniz rakamı öğrenebilir miyim” sorusuyla bitmişti. Bir rakam verdim, el sıkıştım ve ayrıldım.

Aradan 1 ay geçti, bir cumartesi öğlen vaktinde ben üniversitemin havuzunda keyif yaparken telefonum çaldı, açtım. Telefondaki malum genel müdür bayan vardı. “Müsait misiniz?” diye sordu, ben de “hayır değilim, elimde biram altımda mayom, havuzdaki bikinileri izliyorum” diyemeyeceğim için evet dedim”. Bana “bunun altında düşerseniz aramayın” dediğim rakamın bayağı altında bir teklifle “Mustafa Bey, deneme süresini es geçip sizinle direkt çalışmaya başlamak istiyoruz, teklifimiz de bu” diyordu. Ona da güldüm. “Yemek ve yol ücretini konuştuk, şimdi maaşa gelelim” şeklinde cümlem sonrasında birkaç saniyelik bir sessizlik oldu ve yine ben bozdum kaynağı benim mi onun mu olduğu belli olmayan sessizliği. “Teşekkür ederim XXX Hanım ama, verdiğiniz teklifi ne yazık ki kabul edemeyeceğim, benim beklediğimin oldukça altında, aradığınız adayı en kısa sürede bulmanızı dilerim” dedim, teşekkür etti ve kapattık telefonu.

Her şey ayrı absürt ülkemde…İşsiz kaldıysak 3 ay, bu yüzden işte…Üniversiteli gençler, sakın okuduğunuz okulla, bölümle, not ortalamanızla, klüp etkinliklerinizle filan kandırmayın kendinizi, mutlaka siz de karşılaşacaksınız, eğer ilk aldığını iş teklifi çok iyi ise eşek şansı var demektir size, gidin bir piyango bileti filan alın çalışmak yerine…

Sevgiler saygılar efendim…

1 Mart 2010 Pazartesi

Duş ve Aşk

İstanbul’un merkezinde, “modern” bir semtte bir apartman dairesinde oturuyorum. İstanbul’un herhangi bir modern semtinde modern bir apartman dairesinde, modern komşularıyla yan yana yaşayan her modern insanın bileceği gibi, biraz yükses sesle osursam karşı komşu uykusundan uyanıyor.


Peki öyleyse neden gecenin 3’ünde, bununyan dairedeki boşanmış komşum Celal Bey’i uykusundan sıçratarak uyandıracağını, uyanmakla yetinmeyen beyefendinin haklı olarak ebemin cinsel hayatına da bulaşacağını bile bile, gürül gürül akan bir su sesiyle eşzamanlı olarak ritmik hareketlerle vücudumun bilimum bölgesini ovalıyorum?

Benimle aşağı yukarı aynı hayatı yaşayan birinin bu saatte duşa girmesi için iki sebep olabilir: ya az önceki ateşli dakikalardan sonra rahatlama isteği duymuştur (ki bence gecenin bu vaktinde seviştikten sonra uyumadan önce duş alan insan kesin evlidir, henüz ilk günlerin heyecanını kaybetmemiş bir çiftseniz sevişme sonrası sevgi dolu sarılışlar ve gülşümseyerek uyumalar için partnerinizin salgıladığı bedensel sıvıların kokusunu çekilebilir bulursunuz) ya da uzun bir seyahatten yeni dönmüşsünüzdür. Ben evli olmadığıma göre, ikincisi geçerlidir diyenler doğru tahmin ettiniz, kendimi 3 yıllık bir yolculuktan yeni dönmüş gibi hissediyorum.

Öncelikle sevgili Mercan Yaşayan’a teşekkür etmem gerek, Kinyas ve Kayra hayranlığını bana da bulaştırmak konusundaki inatçılığı için. Sonra da Hakan Günday abiye bir selam gönderelim, az iş değil beni bu kadar düşündürmek. Kalın kafalının tekiyim.

Eskiden düşünüp düşünüp, çeşitli yazarların ve deneyimlerimin etkisiyle, şu sonuca varmıştım: İnsanlar seçim yapmakta hep zorlanırlar ve mutlaka yaptıkları seçimlerin sorumluluğunu biriyle paylaşmak isterler. Çünkü, hayat iki temel prensiple devam eder: Bir, yapılan her seçim seçilmeyenleri öldürür. İki, var olan her şey (ister insan olsun ister madde ya da isterse düşünce) bir gün yok olmaya mahkumdur. O zaman? Kısa bir mantık yolculuğundansonra görülür ki, aslında seçim yapmak ve karar vermek boşadır, madem ki hem seçtiğimiz hem de seçmediğimiz sonunda yok olacaktır.

Bu düşünceyle gide gide varacağım nokta da açık aslında. Normal, sıradan bir hayatı (Evini seç. İşini seç. Eşini seç. Ölümünü seç.) küçümseyip, farklı olmaya çalışmak. 3 yıldan öncesinde böyle değildim. Okulumu seçmiş, gelecekteki işimi seçmiş, eşim olmasını istediğim insanı seçmiştim. Hayat sakindi. Sonra biraz ben biraz müstakbel eşim çalıştık çabaladık, terimizi emeğimize kattık ve bu planı cehennemin 7. katına yolladık gürültülü bir merasim eşliğinde.

Sonra bir süre hiçbir şey yapmamayı seçtim. O zamanlar tanışmamıştım “no action is an action” diyen şahsın yazılarıyla. Hala daha adını bilmesem de, doğru demiş. Depresyona girip odamdan çıkmadan günlerce sadece yatmayı seçerek aslında dışarıda akıp giden hayatın parçası olmayı reddetmiştim.

O günlerden belki de bana Kinyas gibi bir beden dolusu dövme, askere gitmememi sağlayacak dikiş izleri ve saatli bomba gibi zamanını bekleyen bir virüs kalmadı ama; zaman zaman beni gündelik hayattan koparan zayıf bir karaciğer, Ege Üniversitesi psikiyatrları tarafından verilmiş bir rapor ve babamın ömründen yediğim 10 sene cebimde. Cebimdeki bu kargo bilinen tüm akrep türlerinden daha zehirli olduğundan olsa gerek, kazandığım parayı hiç cebime atmadan direkt harcıyorum hâlâ.

Sonra “madem normal olmanın cezası buydu, artık ben hayatla oynayacağım” aşaması geldi. Merak duygusu ile yönlenen bir zaman dilimi…Başımın ağrıyacağını bile bile sonucunu merak ettiğim için yaptığım ve başıma gelenleri 3. sınıf bir sit-com’muş gibi eğlenerek izlediğim günler…”Sevgi” ya da “aşk” ile değil de, merakla girişilen ilişki denemeleri…İyi biliyorum, “beni seviyor musun?” diyenlere “evet, hem de çok, seni herşeyden çok seviyorum, hiç bırakmayacağım” desem mutlu olacaklarını…İyi biliyorum “dürüst ol, bu herşeyden önemli” diyenlerin aslında “lütfen sevmiyorsan bile sevdiğini söyle, çok itiyacım var kandırılmaya, sevildiğimi, en azından bir kişi için önemli olduğumu bilmeye” demek istediklerini. Yalanlardan inşâ edilmiş aşkları bir gün aniden “Ben seni sevmiyorum artık, gidiyorum” diyen adamla birlikte yıkıldığında bile “hiç olmazsa bir zamanlar sevmişti” diye avunmayı seçeceklerini, en baştan “sadece senle olmayı merak ediyorum; neye kızdığını, neyi kıskandığını, neyle mutlu olduğunu, nasıl seviştiğini merak ediyorum” cümlelerini duymaktansa…Ama adam olmam, dürüstüm kendimce, insanların ağızlarından çıkanla kalplerinden geçenin bir olduğunu kabul ederim, matematik denklemlerindeki kabuller gibi.

Beni tüm bu karmaşadan kurtaracak bir “O”nun var olduğuna inanmak isterim hep, ama yaşadıklarımdan sonra o kadar ikna olmuşum ki öyle bir kişi olamayacağına, onu aramayı feda edip merakımı her seferinde tatmin etmeyi seçtim. İnsanlara yaklaşırken yine de dürüstlüğümü elden bırakmadım ama, yanlış anlaşılmasın, “ben sana bir gelecek vaad edemem çünkü sana aşık değilim ve olamam” dedim. Bunu kabullenip sadece ne zaman geleceği belli olmayan kesin sonla yaşayabilecekler kaldı, onlar da fazlasıyla yettiler beni hayatta tutmaya. Onlara ihtiyaçları olan ilgiyi, şefkati, huzuru, seksi; neye gereksinim duyuyorlarsa zamanın o aralığında; onu verdim. Karşılığında cevap aldım sorularıma. Bence adil bir alışverişti. Bunun ruhuma işlediğine, hayatımın kalanını bu şekilde geçireceğime karar verdim. Bıraktım diğer yüzüne bakmaya çalışmayı doğduğumuz gün boynumuza geçirilen madalyonun. Tâ ki bu geceye dek.

Madem ki Tolga kurtuldu Kinyas’tan, madem ki başardı “normal” bir insan olmayı, sıradanlaşıp mutlu bir hayat sürmeyi, ben de yapabilirim. Deliliğimden sıyrılmak elimde, beni buna iknâ edecek “O” orada bir yerde, yeniden buna inanıyorum. Sadece onu aramak kalıyor geriye, kimdir neye benzer hiçbir fikrim yok, ama gördüğüm anda anlayacağıma eminim.

Tumturaklı laflar etmeyi bırakacağım belki ben de o gün, bu yazılar bu şiirler bitecek, hepsini bir kutuya koyup benden daha fazla ihtiyacı olan birine göndereceğim. Hemen bir günde olmayacak tabii ki, zor olacağını hissediyorum arınma dönemimin beynimin otobanlarında son sürat giden bu kişilik yamasının. Ama olacak, ve son damlası da aktığında zehrin, ben de sahip olduklarıya mutlu, diğerlerinin hayatlarına duyduğu merakı sadece rüyalarında takip eden bir adama dönüşeceğim.

Bunun için yardıma ihtiyacım var, büyük yardıma. “O”, lütfen çabuk gel, seni bekliyorum…

16 Şubat 2010 Salı

AÇMA – KAPAMA DÜĞMESİ

Yoğun istek (!) üzerine, bugün kamuya büyük bir hizmette bulunup “turn-on” ve “turn-off”larımı açıklıyorum efendim…”Mustafa’yı ne heyecanlandırır” ya da “Ne yaparsak bir daha ağzımızla kuş da tutsak ona seksi görünemeyiz” diye derin meraklar içinde olanlar varsa, takip eden satırları iyi okusunlar. Merak etmeyenler direkt kapatsın, size ne kardeşim benim zevkimden keyfimden.

TURN-ON:

- Kulağımın arkasında sıcak bir nefes, fısıltılar eşlik ederse şukela

- Tenime ya da dudaklarıma çok yakın duran ama asla dokunmayan dudaklar

- Mavi-yeşil ya da kızıl kedi gözü makyaj

- Pileli ekose etek

- Body Shop Vanilla ve Donna Karan Be Delicious (yeşil elma)

- Kristal taşlı küçük takılar

- Fransızca

- Voleybol

- Lila renk iç çamaşırları

- File çorap + uzun çizme

- Beyaz ten

- Uzun saç

- Daha uzun saç

- Upuzun saç

- Uzun kahküllü at kuyruğu

- Bal rengi göz

- Küçük ve yuvarlak bir ağız

- Uzun boyun

- Küçük göğüsler



TURN-OFF:

- Çok baskın dokunuşlar, “dirty talk”

- Aniden başlayan sert öpüşler

- Beyaz göz makyajı

- Kumaş pantolon

- Baharatlı parfümler

- Mat taşlı takılar, her boyutta halka küpeler

- Tenis

- Almanca

- Sarı renk iç çamaşırları

- Muz çorap

- Sakız çiğnemek

- Dizde ve bilekte iyice incelip ortada kalınlaşan bacaklar

- Bel bölgesinde istenmeyen ve asla istenmeyecek tüyler

- Bronz ten

- Kısa saç

- Kleopatra modeli saç

- Mavi göz

- İnce dudaklı geniş ağız

- Büyük göğüsler

11 Şubat 2010 Perşembe

Uzun Yol Müzikleri

Sevgili Ceren'in yol müzikleri isimli yazısını okuyunca uzuuuuun zamandır yapmayı düşündüğüm ama bir türlü üşengeçliğimden yapamadığım listeyi yapmaya karar verdim. İzmir-İstanbul arası yolculuklarda 8 saat araç kullanırken dinlemeyi en sevdiğim parçaları sıralıyorum, yalnız dikkat, uzun bir liste olacak baya, umarım unuttuğum biri olmaz :)

1- GAROU - Gitan
2- MORCHEEBA - Enjoy The Ride
3 - CHRIS DE BURGH - The Traveller
4 - GUNS 'N ROSES - Knocking On Heaven's Door
5- LARA FABIAN - Silence
6- DR HOOK - A Couple More Years
7- ROBIN BECK - First Time
8- OZZY OSBOURNE - Dreamer
9- FRANCESCA ST MARTIN - Last Night (Acoustic)
10- CHRISTINA AGUILERA - Genie In A Bottle
11- ENRIQUE IGLESIAS - Bailamos
12- BLACKMORE'S NIGHT - No Second Chances
13- ALAN PARSON'S PROJECT - Turn Of A Friendly Card
14- GINA G - Ti Amo
15- ABBA - The Winner Takes It All
16- DEEP PURPLE - April
17- DEEP PURPLE - Soldie Of Fortune
18- JOE SATRIANI - The Forgotten Part 2
19- MIKE OLDFIELD - Song Of The Sun
20- AVRIL LAVIGNE - When You're Gone
21- SHAKIRA - Underneath Your Clothes
22- STARSAILOR - Poor Misguided Fool
23- STING - Shape Of My Heart
24- THE CORRS - Long Night
25- JOSEPH ARTHUR - Honey And The Moon
26- THE SHADOWS - Jhonny Guitar
27- VAYA CON DIOS - Puerto Rico
28- SAM BROWN - Stop
29- SALMA HAYEK - Siente Mi Amor
30- THE ANIMALS - House Of The Rising Sun
31- BEN MOODY & ANASTACIA - Everything Burns
32- SAVAGE GARDEN - Truly Madly Deeply
33- FIVE FOR FIGHTING - 100 Years
34- JENNIFER PAIGE - Crush
35- JULIO IGLESIAS - La Gota Frıa
36- SHIVAREE - Goodnight Moon
37- NATALIA OREIRO - Cambio Dolor
38- PAULA ABDUL - Vamos A Bailar
39- PLACEBO - The Bitter End
40- LINKIN PARK - In The End
41- DITTY BOPS - Sister Kate
42- THE FRAY - How To Save A Life
43- CALOGERO - En Apesanteur
44- THE GIBSON BROTHERS - Sunshine
45- NATHALIE CARDONE - Hasta Siempre
46- SHADES APART - Stranger By The Day
47- SPICE GIRLS - Who Do You Think You Are
48- THE BEACH BOYS - California Dreamin'
49- THE CALLING - Unstoppable
50- A1 - Caught In The Middle
51- THE RASMUS - In The Shadows
52- FOOL'S GARDEN - Lemon Tree
53- CRANBERRIES - Animal Instinct
54- STYX - Boat On The River
55- EDWYN COLLINS - A Girl Like You
56- YANNICK NOAH - Les Lionnes
57- ZAZIE - Zen
58- DIRE STRAITS - Sultans Of Swing
59- MIKE OLDFIELD - To France
60- PATRICIA KAAS - Mon Mec A Moi
61- HÉLÈNE SÉGARA - Rien N'est Comme Avant
62- SURVIVOR - Eye Of The Tiger
63- RAMMSTEIN - Du Riechst So Gut
64 - NIGHTWISH - Wish I Had An Angel
65- CATHARSIS - A Trip Into Elysium
66- DRACULA: COMÉDIE MUSICAL - Ce Que Je Vois
67- JOE DARION & MITCH LEIGH - Man Of La Mancha
68- LE ROI SOLEIL: COMÉDIE MUSICAL - Un Géste De Vous
69- MURRY HEAD - One Night In Bangkok
70- GAROU&DANIEL LAVOIE&PATRICK FIORI - Belle
71 - PATRICK FIORI - Déchiré
72 - RENT THE MUSICAL - Seasons Of Love
73- ROMÉO&JULIETTE: COMÉDIE MUSICAL - Les Rois Du Monde
74- CAN ATILLA - Piri Reis'in Haritası
75- GAROU&MICHEL SARDOU - La Riviére De Notre Enfance
76- LIVE - Forever May Not Be Long Enough
77- RAINBOW - Black Masquerade
78- METALLICA - Unforgiven 2
79- AXEL RUDI PELL - Forever Angel
80- BLIND GUARDIAN - Nightfall

5 Şubat 2010 Cuma

İşte Hayat Yİne...

“Beni özledin mi?”


Hayatta hiçbir soru, hatta “neden buradayız” sorusu bile beni bu kadar kilitleyemez.

“Özledim” diyemem, “özlemedim” hiç diyemem. İki ucu boklu değnek, mutlaka birinin canı yanar bu soruda…

Çocukluğumdan beri ailemin işleri nedeniyle (biraz da kendi seçimimle) yalnız yaşamaya alıştırıldım. Annemle babam yanımda olamayacakları zamanlarda sıkıntı yaşamayayım diye 6-7 yaşlarımdan itibaren “kendi ayaklarım üstünde durmayı” öğrettiler bana, hep “kendi kendine yetebilmelisin” denildi. Yemek ısıtmaktı önce bu “duruş”, sonra “yemek yapmak” oldu, “alışveriş” oldu, “faturalar” oldu falan filan derken bir bakmıştım ki koca evde tek başıma olmaya, bir başka canlının varlığına ihtiyaç duymadan kalkmaya yaşamaya uyumaya alışıvermişim…

Sonra üniversite yılları, yurt hayatı, çok sevdiğim arkadaşlar da olsa biriyle yaşam alanımı paylaşmanın getirdiği o yabancı rahatsızlık…

Derken ilişkiler. İşte sıkıntı burada. Ben çabuk alışırım, hem birlikte olmaya hem yalnızlığa. Hatta bazen yalnız kalmayı özlerim, tehlikeli şey.

“Beni özledin mi?” sorusu beni kilitler çünkü ben özlemem. Özleyemem yani. 6 senedir ailemden ayrı yaşıyorum, ailem dahil hiç kimse anlamaz neden onları özlemediğimi. Aramız kötü değil, onlara karşı sevgimde bir eksik yok, ama “ah keşke yanımda olsalar” demedim. Alışmadım çünkü yanımda olmalarına.

Sevgililerim için de böyle. Elbet istiyorum yanımda olsun, sarılalım, birlikte uyuyalım birlikte uyanalım ama, yanımda olmadığında da ölmem hasretimden. Kimse için o yoğun özlem duygusunu yaşamadım şimdiye dek. Sevinirim geldiklerinde, ama gelemiyorlarsa ya da ben “artık gelme” demişsem, o kadar. Kısa sürer üzüntüm, sonra bir bakmışsın ki aramıyorsun varlığını.

Sevmediğimden mi? Hayır. Sadece özleyemediğimden. Kıskanmayı bilmediğim gibi özlemeyi de bilmem.

Bana sormayın. “Özlemedim” dersem üzülürüsünüz, “özledim” desem bu sözcüğe eşlik edecek duygu yoğunluğu yok içimde…

O değil de, bir İlhan İrem vardı, O’na ne oldu?

25 Ocak 2010 Pazartesi

Rüyalar ve Günlükler

Rüyalarımda ne gördüğümü hatırlamayı çok isterdim, ama büyük bir çoğunluğunu (tüm insanlar gibi) hatırlamıyorum sabah kalktığımda. Oysa kimbilir ilham perim hangi marifetlerini sergiliyordur gece vardiyasında. Yazdığım her şey benim hayatımdan olsa birebir, çok kısır bir sanatsal yaşamım olurdu diye düşünüyorum. O zaman rüyalara girebilmeli bir şekilde. Alice’in harikalar diyarına geçişi gibi küçülmek gerek belki de gerçeklerin karşısında, o âleme ulaşabilmek için. Ya da gerçekliğe sığmayacak kadar büyümek, tam tersine.

Neler görüyorum acaba…Hiç kendimi güzel Helen’i kocasından kaçıran Paris olarak görmüş müyümdür acaba? Gördüysem ne dedim de ikna oldu benimle gelmeye? Keşke bilsem, gerçek hayatta çok işime yarardı kesin! Ya da belki de bilinçaltım bana Hektor rolü biçmiştir, kardeşimin maceraya düşkün pervasızlığının bedelini ödeyen halkımın kaderini göremeden ölmüşümdür…Ama insan rüyasında öldüğünü görmez derler. Ne kadar doğru bilemem.

Emel Sayın “rüyalar gerçek olsa” demişti, emin değilim bunu çok istediğimden. Küçükken çok gördüğüm bir rüya vardı. Gözümü açtığımda uçsuz bucaksız gri bir düzlükte durur bulurdum kendimi rüyada. Her tarafım boş. Sadece ufka doğru bulanık lekeler var.Rüyadayken bile o ana eşlik eden o iğrenç duyguyu hissederdim bedenimde. Bilincimin bir yanı açıktı belki de. Midem bulanırdı diyeceğim ama o da değil tam olarak. Daha çok hiç bitmeyen bir serbest düşüş gibi. Hani asansör ilk harekete geçtiğinde ya da uçağın tekerlekleri yerden kesildiğinde anlık hissettiğiniz o duygu. İşte onun kesintisiz olanı. Baş döndürücü, sanki bütün iç organlarınız çıkarılmış da karın boşluğunuzda sadece sert bir rüzgar varmış gibi bir ağrı. Sonra üzerime kocaman bir gölge düşmeye başlardı. Kafamı kaldırınca üzerime doğru gelen kocaman bir kütle görürdüm, koyu gri, düz, pürüzsüz. Durduğum yerde beklersem beni ezeceğini anlar, koşmaya başlardım ufuktaki lekelere doğru ama üzerimdeki gölge o kadar büyük olurdu ki asla yeterince hızlı olamazdım. Yavaş yavaş karanlık üzerime kapanırken birden bir uçuruma denk gelirdim, o gri düzlük bıçakla kesilmiş gibi biterdi ayaklarımın ucunda. Midemdeki lodosa kaçınılmaz ölümümün korkusu eklenirdi. Sonra bir anda her şeyi anlardım. Ben bir parmak çocuktum, üzerinde durduğum gri düzlük ise eski evimizin salonunda duran ütü masası. Üzerime düşen gölgenin ütünün kendisi olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Neden bu rüyayı görürdüm, neden ütü benim ezeli düşmanım olurdu geceleri hiç bilemiyorum. Aldığım eğitim bile bunu açıklayıcı bir ipucu vermedi bana. Tek bildiğim, rüyamda bile gerçeklerin karşısında küçüldüğümdü.

Belki de bu yüzden kendimi yazmaya, çizmeye, çalmaya verdim. Gerçek olmayan dünyalarda daha uygun boyutlarda bulabilirdim kendimi. Daha az düşmanca bir dünya yaratırdım belki de. Bilemiyorum. İşte Fırat Kaan, bana “senin gibi sayısal, analitik bir beyin nasıl oldu ne oldu da böyle sözel bir zihne dönüştü, yollar nerede ayrıldı” diye sormuştun. Sanırım cevabım bu. Gerçeklik her zaman için tüm kesinliği ve keskinliği ile bana çok korkutucu gelmiştir. Rüyaları matematik denklemleriyle anlatamazsın, enerjinin korunumu yasası hayallerde geçmez. Hiçbir makine ulaşmaz fantastik masal diyarlarına.

Nereden nereye geldim, serbest bırakınca parmaklarımı, zihnimin sıçramalarına uydular…Dün fark ettim ki, Ezgi’nin Günlüğü’yle kendi günlüğümle olduğumdan daha haşır neşir olmuşum yıllardır. Bu da niteliksiz itiraf.

Sevgiler…

7 Ocak 2010 Perşembe

HADİ İTİRAF EDELİM

Bunları yaptığımızı kabul etmeye çekiniriz ama, yapıyoruz işte, hepimiz insanız…

- Otobüste / dolmuşta sadece en şık / güzel halinizle sizin ve önünde oturan muşmula suratlı yaşlı teyzenin / amcanın yanı boşken taş gibi hatunun / çocuğun biner. Bakmıyormuş gibi yapıp ilgisiz karizması elde etmeye çalışırsınız ama gözünüzün ucu hep ondadır. Taş gibi hatun / çocuk iki koltuğa da saliseler içinde göz gezdirirken siz “tanrım lütfen benim yanıma otursun!” dersiniz içinizden, oysaki o gidip sizin karşı cinsinizden olan teyzenin / amcanın yanına oturur, sizin yanınıza ise ya muşmula suratlı başka bir teyze ya da içki kokulu bir amca düşer. İç geçirmez misiniz? Geçirirsiniz…

- Bindiğiniz takside “bakkal amcaaa, bakkaaal amca” şeklinde bir nostalji yapılmaktadır. Şarkıcı bakkal amcanın stok durumunu acımasızca sorgularken siz de taksicinin muhabbet açma çabalarını görmezden gelip sessiz kalırsınız, “ona ne”dir, “amma geveze herif”tir falan filan. Sonra bütün gün işyerinde içinizden sessizce siz de “şekerin var mı? Var var” demez misiniz? Bence dersiniz dersiniz…

- Evde / yurtta kimse yokken müziğin sesini son ses açıp “Macera dolu Amerikaaa, Macareaaaa” diye bağıra bağıra solo vokal yapmışsınızdır. Sonra içki ortamında “Ya hatırlar mısınız Rafet El Roman’ın bi şarkısı vardı Amerika diye, ne güzeldi ya” diyen arkadaşınızla “oo Memo, burası Nev York Amerika derdi, ıyyy, iğrençti ya” diye dalga geçmez misiniz? Hadi ama dürüst olun…

- Cumartesi sabahıdır. Bütün hafta çalışmışsınızdır, yorgunluk üstüne uykusuzluk bedeninizde asfalt düzelten silindir etkisi yapmıştır, üstelik bahsi geçen makinenin gerçeği evinizin önündeki yolda sabahın 8’inde çalışma yapmaya başlamıştır. Geçen her kamyon yatağınızı zangır zangır sallarken üstüne telefonunuz çalar. Ağzınızı açıp gözünüzü yumup telefona doğru uzanıp açarsınız ve sadece işi düştüğünde sizi arayan beşinci göbek kuzeniniz 1 saat sonra sizde olacağını söyler. Neşeli bir sesle “canımmm, nasıl sevindim bilemezsin, tabii ki tabii ki, bekliyorummm!” deyip telefonu kapattığınızda beşinci göbekten amcanıza / teyzenize bu çocuğu dünyaya getirdikleri için daha da sert küfretmez misiniz? Küfredersiniz, ben olsam ederim…

- “Bir daha yüzünü bile görmek istemiyorum, sen hayatımda tanıdığım en bencil ve en iğrenç insansın” diyerek artist bir şekilde terk ettiğiniz ve sonradan fotoğraflarına bakıp “nasıl iyi sevişirdi of” dediğiniz eski sevgilinizin telefonunuza çağrı bıraktığını / SMS attığını gördüğünüzde “Amanın, yoksa beni ne kadar sevdiğini anladığını söyleyip yeniden başlayalım mı diyecek” diye düşünüp midenizdeki kelebekleri uçurmaz mısınız? Uçurmayan insan değil bence…

- İsmini yanlış söylediğiniz bir şarkıcı / yazar vs. olduğunda bir ukala çıkıp da “Sallama, onun adı bilmem kim” dediğinde hatanızı anlayıp yine de yiğitliğe bok sürmemek için “Ya yok, onu biliyorum da, bu da var, yaa bak şimdi hatırlayamıyorum bi türlü, söz eve gidince bulurum CD’sini / kitabını söylerim” şeklinde yanmaması için kazı çevirmez misiniz? Hepimiz çeviririz…

Ve sürer gider…

İnsan olmanın tadına vardığımız günlerin şerefine efendim…

6 Ocak 2010 Çarşamba

YÜKSELEN BURJ’UM HALİFE

“Dubai, dünyanın en yüksek binası Burj Dubai’nin açılışını tarihe geçecek bir törenle yaptı. Dubai Emiri Şeyh Maktum, Dubai’ye 10 milyar dolarlık yardım sağlayan Abu Dabi Emiri Şeyh Halife’ye jest yaparak binanın adını Burj Halife olarak değiştirdi.”

Değiştirir tabi. Benim de bankalar peşimde koşturup alacaklılar boğazlamak isterken adamın biri bana 10.000 dolar verse ben doğacak ilk kızıma onun adını koyarım (Abdülhak Hamit olsa koyarım, fark etmez)

Düşündüm de, ben T.C. devletine 10 milyar dolar yardım yapsam, benim adımı nereye verirlerdi acaba? İlk aklıma gelenler…

- Bilen Çevreyolu: Avrupa’nın en uzun trafik kuyruğu

- Mustafa Bilen Acil Yardım ve Travma Hastanesi: Dünya’nın en uzun röntgen randevusu

- Mustafa Devlet Planlama Enstitüsü: Dünyanın en uzun kuyruklu yalan kuyruğu

- Kozmik Çıgan Odası: Buna yorum yok, yargı sürecine saygılıyız...

- Burj El Çıgan: Tahminimce bu da bana Türkiye’nin en uzun penisine adımı verme şerefi sağlar…

Geyikten ötesi, biz Türkler her zaman “en büyük” olmayı sevmişizdir. Eskiden “Balkanların en büyüğü” olmakla övünürdük yaptığımız her şeyde (Çocukluğumda ha bire metan patlamalarıyla gündeme gelen şimdi adını hatırlayamadığım çöplük için bile haberlerde Balkanların en büyük çöp toplama alanı demişlerdi zamanında, o derece), şimdi küreselleştik, “Avrupa’nın en büyüğünü” yapıyoruz her yere. Mesela Şişli Adliye Sarayı için hazırlanan ilanlarda Recep Tayyip Erdoğan “Avrupa’nın en büyük Adliye Sarayı buraya inşâ ediliyor!” diyor utanmadan, bir şehrin o kadar büyük bir adliye binasına neden ihtiyaç duyacağını hiç sorgulamadan…

Ben de salonuma “Avrupa’nın en büyük ütülenmeyi bekleyen kıyafet dağı”nı kurdum. Küçük dağları ben yaratıyorum, büyükler dedemden miras…

5 Ocak 2010 Salı

SADECE ÇOK ÜZGÜNÜM, DARGIN DEĞİLİM…

Bazı şarkılar vardır, yerleri bir ömür geçse hep sizde durur, hatırlattıklarıyla birlikte. Her duyduğunuzda o günlere, belki o ana geri dönersiniz mekan-zaman fark etmeden. Belki üst katlardaki bir küçük meyhaneden geliyordur ses, yarın sabah iş olduğuna boşverip girersiniz iki kadeh demlenmeye. Bazen de sizi otobüsten indirir bir seyyar satıcının sattığı pilli radyodan yayılan anılar, geç kalırsınız her neresi ise gideceğiniz yer. Zerre pişmanlık duymazsınız ama bunun için, tek şey varsa o da şarkının sahibi olan günlere duyulan özlemdir içinizde. Unutamadığınız için değil, hala daha acı çektiğiniz için hiç değil, ama İlhan İrem’in dediği gibi, “zaman zaman hatırladığınızda her yanınızı anlatılmaz bir sızı kaplar”


Bazısı henüz inşaatı tamamlanmamış bir sergi salonunda edilen bir dansı hatırlatır gecenin karanlığında, “yıllar sonra” diyerek; bazısı taşınma telaşı içinde kondurulan bir küçük öpücüğü “çek faytonu” derken… Ama en acısı belki de anısı hiç olmayanlardır, sadece size birini hatırlatan uzak yıllardan, ama o kişinin asla sizinle ilişkilendirmediği… İşte o zaman başka şarkılar söylersiniz içinizden, kırılan kalbinizin sesini duymamak için. “Keşke bana adasaydı” dedikleriniz çıkar gelir, “korkmuyorum ruhumdaki fırtınada boğulmaktan” diye haykırır yüzünüze. Kim bilir, belki bir yerlerde birileri de sizin hiç farkına varmadığınız atıflarda bulunmuştur peşiniz sıra sürüklenirken… Tek özleyen siz değilsiniz, orası kesin.

En sevdiklerinizden biri yoğun bakımda can çekişirken sizin “nargilemin marpucu da gümüştendir gümüşten” diyerek oynadığınız da gelir sonra aklınıza. Bir daha nargileye elinizi süremezsiniz aklınıza gelecek de “benim yüzümden” diyeceksiniz kendinize diye…

Ve her şeyin sonunda, tüylerinizi diken diken eden o sesle, assolist çıkar sahneye:

“Günahlar, günahlar / Gün gelir zaman bizi aklar / Yıkanır ihanetler, yıkanır âh’lar…”