13 Şubat 2012 Pazartesi

Polis Eşliğinde Dolmuş Yakalamak

Geçen hafta Cuma günü, yani İstanbul'da sabah sabah karın tipi şeklinde tepemize indiği gün, sabah evden çıktım işe gitmek için. Kıyafetimi şu şekilde tarif edeyim:

Kot pantolon, kahverengi deri mont, kar gözüme girmesin diye güneş gözlüğü, omzumda çanta. Hepsi bu. Unutmadan, bir de sakal var.

Dolmuş beklerken karşı şeritten geçen polis arabasını kullanan memur bana uzun uzun baktı, ilk açıklıktan U dönüşü yaptı ve önümde durup camı indirdi.

 - Kimlik_?
 - (destur!) Tabii, buyrun ama, neden?
 - Sizi buralarda daha önce hiç görmedik?
 - (Yuh, buralarda oturan herkesi tanıyor musunuz?) Daha yeni taşındım ondandır.
(Bu arada yan koltuktaki memur kimliğimi bilgisayardan kontrol ediyor)
 - Çantayı açın.
 - (Çantamda C4 taşısam sakal bırakıp güneş gözlüğü takarak dikkat çekecek kadar salak mı görünüyorum acaba?) Elektronik eşya var içinde, kapıyı açarsanız içeride göstereyim.
 (kapı açılır)
 - Lap top mı o?
 - Hayır, tablet.
 - Hadi ya, Sony tablet çıkarmış mı?
 - (Çok beğendiniz galiba, sizin olsun mu?) Evet yeni çıkardı.
 - Memnun musunuz?
 - Gayet iyi, android işletim sistemi var, Samsung'lar gibi.
(bu arada yarım saattir beklediğim dolmuş önümden geçti ve gitti)
 - Teşekkür ederiz, bir sorun çıkmadı kontrolde.
 - Ben teşekkür ederim ama sizin yüzünüzden bu soğukta beklediğim dolmuşu kaçırdım.
 - Nereye gidiyorsunuz?
 - (O da mı şüpheli? Bizim örgütün hücre evine desem?) Metrobüse.
 - Atlayın.
 - (Atlayın? Buyrun binin değil. Teypten de Sertab'ın "O Ye" şarkısı çalsa tam olacak!) Bineyim bari.
 (gaza basılır, İnönü Caddesi gibi tek şeritli bir bulvarda son sürat gidilir, dolmuş yakalanır, önüne geçilir, ani bir manevra ile önüne kırılır ve durdurulur)
 - Minibüsçüü! Bu arkadaştan para almayacaksın. Hadi hayırlı işler!
(şaşkınlık... Ben de "nasıl yani?" dumurları, şoför beni herhalde emniyet müdürünün yeğeni filan sanıyor?)

İşte durum bu. Güzel ülkemde sağlığını korumak için güneş gözlüğü taktı diye terörist muamelesi gördüğüm yetmediği gibi polis eskortuyla dolmuşa bindirilen ilk vatandaş da ben oldum herhalde.

Garip!

20 Ocak 2012 Cuma

BİR ÖLÜM NE KADAR DERİNDİR?

Hayatımın en zor dönemini atlatıp hastaneden çıktığımda beyazları kanla kırmızı olmuş gözlerime bakıp "nasıl böyle bir şey yaptın anlamıyorum" diyen gencecik bir kızla tanıştım bir akşam. O zaman henüz lise son sınıfa yeni başlamıştı, üniversiteli abi kontenjanından sorularını sormak üzere bir aile dostunun evine gittiğimde gelmişti.

Neşe dolu, hayat dolu, şimdiki zamanda herkes gibi sorunları olan ama geleceğe dair hayalleri planları olan bir "insan"dı o. Sadece seçmek istediği meslekten ya da okumak istediği bölümden ibaret olmayan, tanıştığımız yüzeysel konuyu derin bir arkadaşlığa dönüştürmeyi becerecek kadar "insan"dı.

Üniversiteyi kazandı, İzmir'i arkada bırakıp umutlarının peşinden İstanbul'a geldi. Kimi zaman dertleştik, kimi zaman güldük. Dersler, aşklar, arkadaşlar, aile... hayata dair ne varsa iyisiyle kötüsüyle paylaştı benimle hiç çekinmeden. Kimi zaman yol gösterdim kimi zaman sadece dinledim, kimi zaman ona fikir danıştım... Hem kardeşim hem ablam oldu geçen yıllar boyunca.

Ailesiyle problemleri vardı. Hem kendi fikirlerinin ve isteklerinin uyuşmaması sebebiyle çıkan sorunlar, hem de anneyle babanın artık birbirlerine saygısı kalmadığı her ailedeki gibi iki ebeveynin aralarındaki çatışmada en fazla yara alan taraf olan çocuk olarak maruz kaldıkları. Ama inanın, annesiyle babasının kavgaları onu her şeyden daha fazla üzdü, sinirlendirdi, hayattab bezdirdi.

Sayısını hatırlayamadığım kadar fazla şekilde intihara teşebbüs etti 1 sene içinde. Hepsinde çok şanslıydı, bir şekilde onu kaybetmedik. Ama yıllar önce bana "bunu nasıl yaparsın" diye soran kızın şimdi iki koca insanın ayrılması yüzünden intiharı denemesi, benim gözlerimin önünde "bir dahakine başaracağım" demesi...Her seferinde onu vazgeçirip hayatın yaşanmaya değer olduğuna ikna ederken içimden "bir gün gerçekten başaracak" diye düşünerek ona belli etmeden içimi kanatmam... Bunlar "yazık"tı işte, bunlar dayanılmazdı.

Sonra bir gün... gerçekten başardı. Daha önce hiç denemediği bir yolu denedi, kuzeninin evindeydi. Annesi ile babası yine kavga etmişler, yine her ikisi de onu arayıp sanki olanların suçlusu oymuş gibi onu diğer tarafa karşı kışkırtmışlardı. Yıllar önce yaptıkları yanlış seçimleri dert edip kendi çıkarlarının peşinden koşan iki ebeveyn onu hayatının henüz başladığını ve güzel geçmesi gerektiğini unutmuşlardı. Onlara bir ders vermek istedi, ama verdiği dersin bedeli hepimizin yüreğine çöktü.

Şaduş yaklaşık 1,5 yıl önce, 13 Ağustos 2010 günü kuzeninin 7. kattaki evinin balkonundan boşluğa bıraktı kendini, telefonda "bıktım sizden" diyerek ailesine.

Ben araba kullanırken aldım haberi, bizi tanıştıran ablamızın telefondaki ağlayan sesiyle. Hayatımın ilk kazasını o an yaptım. Tek sorabildiğim "başarabilmiş mi?" oldu... "Öldü Mustafa!".

Her yerde haberi çıktı: "Robot mühendisi İTÜ'lü genç kız ölüme atladı", "İTÜ'lü öğrenci derslerinin ağırlığına dayanamadı".

Derslerinin ağırlığı'ymış! Ne biliyordunuz ki? Genç bir insanın hayallerinden sevdiklerinden umutlarından vazgeçmesi için bu yeterli miydi sanki? Dersler!

Ailesi "biz kendi kararlarımkızın sorumluluğunu alamayıp her şeyi ona yükleyen iki aptaldık, ondan öldü" diyemedi, kızlarının yaşamından büyük gururlarına yediremediler herhalde... Kolay geldi "Dersleri çok ağırdı" demek...

Çıkıp "ben onu kaç kere ölümden döndürdüm, dersleri umrunda bile değildi" demek isterdim... Ama eminim o bunu dememi istemezdi, sustum bu yüzden.

Medya okula yüklendi, onu tanımayan herkes "üniversiteler gençlerimizi mahvediyor" dedi... Kuzeni ona ait ne varsa atladığı balkona yığıp ağırlığına dayanamayarak o evi terk etti...Geriye sadece bir zamanlar Küçük Beyoğlu'nda kadehinin üzerinden hınzır hınzır bana bakıp gülümseyen güzel bir insanın hatırası kaldı.

Bu bir intihar vakasında insanların saçma sapan sebepler uydurup basına anlattığı, tüm gazetecilerin ve sokak dedikoducularının geride kalanların üzerine bu aptalca düşüncelerle dev dalgalar gibi geldiği ikinci olaydı. Eğer bir gün "kredi kartı borcu yüzünden intihar etti" ya da "sevgilisi terk etti kendini öldürdü" gibi haberler duyarsanız, inanmadan önce bir kaç kez düşünün...

Şaduş, aradan 1,5 yıl geçti ama ben seni hala affetmedim, çünkü sen bencillik yaptın, ailene ders vermek isterken bizi sensiz bıraktın... Gidilecek bir yer varsa (ki sen olduğuna inanıyordun) umarım orada şu an huzurlusundur küçük kardeşim... Seni çok özledik...

16 Ağustos 2011 Salı

İNSAN OLMAK NEREDEN GELİR?


İnsan kelimesinin kökeni için dilbilimciler iki farklı seçenek sunarlar. Birincisi olan “nisyan” kelime anlamı ile “unutmak” demektir. Dolayısı ile insan aslında “unutan varlık”tır. İkinci olası kök ise “ünsiyet” kelimesidir ki o da “alışkanlık, tanışıklık” anlamlarına geliyor. Bu durumda insan aslında hem alışkanlıklar edinip bağlanan, hem de bu bağı unutabilendir. 

Zıt iki yeteneği bünyemizde barındırmaktayız bu konuda da bir çok şeyde olduğu gibi. Bu iki gücün yönetiminde bir hayat yaşamak nasıl da zor!