25 Ocak 2010 Pazartesi

Rüyalar ve Günlükler

Rüyalarımda ne gördüğümü hatırlamayı çok isterdim, ama büyük bir çoğunluğunu (tüm insanlar gibi) hatırlamıyorum sabah kalktığımda. Oysa kimbilir ilham perim hangi marifetlerini sergiliyordur gece vardiyasında. Yazdığım her şey benim hayatımdan olsa birebir, çok kısır bir sanatsal yaşamım olurdu diye düşünüyorum. O zaman rüyalara girebilmeli bir şekilde. Alice’in harikalar diyarına geçişi gibi küçülmek gerek belki de gerçeklerin karşısında, o âleme ulaşabilmek için. Ya da gerçekliğe sığmayacak kadar büyümek, tam tersine.

Neler görüyorum acaba…Hiç kendimi güzel Helen’i kocasından kaçıran Paris olarak görmüş müyümdür acaba? Gördüysem ne dedim de ikna oldu benimle gelmeye? Keşke bilsem, gerçek hayatta çok işime yarardı kesin! Ya da belki de bilinçaltım bana Hektor rolü biçmiştir, kardeşimin maceraya düşkün pervasızlığının bedelini ödeyen halkımın kaderini göremeden ölmüşümdür…Ama insan rüyasında öldüğünü görmez derler. Ne kadar doğru bilemem.

Emel Sayın “rüyalar gerçek olsa” demişti, emin değilim bunu çok istediğimden. Küçükken çok gördüğüm bir rüya vardı. Gözümü açtığımda uçsuz bucaksız gri bir düzlükte durur bulurdum kendimi rüyada. Her tarafım boş. Sadece ufka doğru bulanık lekeler var.Rüyadayken bile o ana eşlik eden o iğrenç duyguyu hissederdim bedenimde. Bilincimin bir yanı açıktı belki de. Midem bulanırdı diyeceğim ama o da değil tam olarak. Daha çok hiç bitmeyen bir serbest düşüş gibi. Hani asansör ilk harekete geçtiğinde ya da uçağın tekerlekleri yerden kesildiğinde anlık hissettiğiniz o duygu. İşte onun kesintisiz olanı. Baş döndürücü, sanki bütün iç organlarınız çıkarılmış da karın boşluğunuzda sadece sert bir rüzgar varmış gibi bir ağrı. Sonra üzerime kocaman bir gölge düşmeye başlardı. Kafamı kaldırınca üzerime doğru gelen kocaman bir kütle görürdüm, koyu gri, düz, pürüzsüz. Durduğum yerde beklersem beni ezeceğini anlar, koşmaya başlardım ufuktaki lekelere doğru ama üzerimdeki gölge o kadar büyük olurdu ki asla yeterince hızlı olamazdım. Yavaş yavaş karanlık üzerime kapanırken birden bir uçuruma denk gelirdim, o gri düzlük bıçakla kesilmiş gibi biterdi ayaklarımın ucunda. Midemdeki lodosa kaçınılmaz ölümümün korkusu eklenirdi. Sonra bir anda her şeyi anlardım. Ben bir parmak çocuktum, üzerinde durduğum gri düzlük ise eski evimizin salonunda duran ütü masası. Üzerime düşen gölgenin ütünün kendisi olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Neden bu rüyayı görürdüm, neden ütü benim ezeli düşmanım olurdu geceleri hiç bilemiyorum. Aldığım eğitim bile bunu açıklayıcı bir ipucu vermedi bana. Tek bildiğim, rüyamda bile gerçeklerin karşısında küçüldüğümdü.

Belki de bu yüzden kendimi yazmaya, çizmeye, çalmaya verdim. Gerçek olmayan dünyalarda daha uygun boyutlarda bulabilirdim kendimi. Daha az düşmanca bir dünya yaratırdım belki de. Bilemiyorum. İşte Fırat Kaan, bana “senin gibi sayısal, analitik bir beyin nasıl oldu ne oldu da böyle sözel bir zihne dönüştü, yollar nerede ayrıldı” diye sormuştun. Sanırım cevabım bu. Gerçeklik her zaman için tüm kesinliği ve keskinliği ile bana çok korkutucu gelmiştir. Rüyaları matematik denklemleriyle anlatamazsın, enerjinin korunumu yasası hayallerde geçmez. Hiçbir makine ulaşmaz fantastik masal diyarlarına.

Nereden nereye geldim, serbest bırakınca parmaklarımı, zihnimin sıçramalarına uydular…Dün fark ettim ki, Ezgi’nin Günlüğü’yle kendi günlüğümle olduğumdan daha haşır neşir olmuşum yıllardır. Bu da niteliksiz itiraf.

Sevgiler…

7 Ocak 2010 Perşembe

HADİ İTİRAF EDELİM

Bunları yaptığımızı kabul etmeye çekiniriz ama, yapıyoruz işte, hepimiz insanız…

- Otobüste / dolmuşta sadece en şık / güzel halinizle sizin ve önünde oturan muşmula suratlı yaşlı teyzenin / amcanın yanı boşken taş gibi hatunun / çocuğun biner. Bakmıyormuş gibi yapıp ilgisiz karizması elde etmeye çalışırsınız ama gözünüzün ucu hep ondadır. Taş gibi hatun / çocuk iki koltuğa da saliseler içinde göz gezdirirken siz “tanrım lütfen benim yanıma otursun!” dersiniz içinizden, oysaki o gidip sizin karşı cinsinizden olan teyzenin / amcanın yanına oturur, sizin yanınıza ise ya muşmula suratlı başka bir teyze ya da içki kokulu bir amca düşer. İç geçirmez misiniz? Geçirirsiniz…

- Bindiğiniz takside “bakkal amcaaa, bakkaaal amca” şeklinde bir nostalji yapılmaktadır. Şarkıcı bakkal amcanın stok durumunu acımasızca sorgularken siz de taksicinin muhabbet açma çabalarını görmezden gelip sessiz kalırsınız, “ona ne”dir, “amma geveze herif”tir falan filan. Sonra bütün gün işyerinde içinizden sessizce siz de “şekerin var mı? Var var” demez misiniz? Bence dersiniz dersiniz…

- Evde / yurtta kimse yokken müziğin sesini son ses açıp “Macera dolu Amerikaaa, Macareaaaa” diye bağıra bağıra solo vokal yapmışsınızdır. Sonra içki ortamında “Ya hatırlar mısınız Rafet El Roman’ın bi şarkısı vardı Amerika diye, ne güzeldi ya” diyen arkadaşınızla “oo Memo, burası Nev York Amerika derdi, ıyyy, iğrençti ya” diye dalga geçmez misiniz? Hadi ama dürüst olun…

- Cumartesi sabahıdır. Bütün hafta çalışmışsınızdır, yorgunluk üstüne uykusuzluk bedeninizde asfalt düzelten silindir etkisi yapmıştır, üstelik bahsi geçen makinenin gerçeği evinizin önündeki yolda sabahın 8’inde çalışma yapmaya başlamıştır. Geçen her kamyon yatağınızı zangır zangır sallarken üstüne telefonunuz çalar. Ağzınızı açıp gözünüzü yumup telefona doğru uzanıp açarsınız ve sadece işi düştüğünde sizi arayan beşinci göbek kuzeniniz 1 saat sonra sizde olacağını söyler. Neşeli bir sesle “canımmm, nasıl sevindim bilemezsin, tabii ki tabii ki, bekliyorummm!” deyip telefonu kapattığınızda beşinci göbekten amcanıza / teyzenize bu çocuğu dünyaya getirdikleri için daha da sert küfretmez misiniz? Küfredersiniz, ben olsam ederim…

- “Bir daha yüzünü bile görmek istemiyorum, sen hayatımda tanıdığım en bencil ve en iğrenç insansın” diyerek artist bir şekilde terk ettiğiniz ve sonradan fotoğraflarına bakıp “nasıl iyi sevişirdi of” dediğiniz eski sevgilinizin telefonunuza çağrı bıraktığını / SMS attığını gördüğünüzde “Amanın, yoksa beni ne kadar sevdiğini anladığını söyleyip yeniden başlayalım mı diyecek” diye düşünüp midenizdeki kelebekleri uçurmaz mısınız? Uçurmayan insan değil bence…

- İsmini yanlış söylediğiniz bir şarkıcı / yazar vs. olduğunda bir ukala çıkıp da “Sallama, onun adı bilmem kim” dediğinde hatanızı anlayıp yine de yiğitliğe bok sürmemek için “Ya yok, onu biliyorum da, bu da var, yaa bak şimdi hatırlayamıyorum bi türlü, söz eve gidince bulurum CD’sini / kitabını söylerim” şeklinde yanmaması için kazı çevirmez misiniz? Hepimiz çeviririz…

Ve sürer gider…

İnsan olmanın tadına vardığımız günlerin şerefine efendim…

6 Ocak 2010 Çarşamba

YÜKSELEN BURJ’UM HALİFE

“Dubai, dünyanın en yüksek binası Burj Dubai’nin açılışını tarihe geçecek bir törenle yaptı. Dubai Emiri Şeyh Maktum, Dubai’ye 10 milyar dolarlık yardım sağlayan Abu Dabi Emiri Şeyh Halife’ye jest yaparak binanın adını Burj Halife olarak değiştirdi.”

Değiştirir tabi. Benim de bankalar peşimde koşturup alacaklılar boğazlamak isterken adamın biri bana 10.000 dolar verse ben doğacak ilk kızıma onun adını koyarım (Abdülhak Hamit olsa koyarım, fark etmez)

Düşündüm de, ben T.C. devletine 10 milyar dolar yardım yapsam, benim adımı nereye verirlerdi acaba? İlk aklıma gelenler…

- Bilen Çevreyolu: Avrupa’nın en uzun trafik kuyruğu

- Mustafa Bilen Acil Yardım ve Travma Hastanesi: Dünya’nın en uzun röntgen randevusu

- Mustafa Devlet Planlama Enstitüsü: Dünyanın en uzun kuyruklu yalan kuyruğu

- Kozmik Çıgan Odası: Buna yorum yok, yargı sürecine saygılıyız...

- Burj El Çıgan: Tahminimce bu da bana Türkiye’nin en uzun penisine adımı verme şerefi sağlar…

Geyikten ötesi, biz Türkler her zaman “en büyük” olmayı sevmişizdir. Eskiden “Balkanların en büyüğü” olmakla övünürdük yaptığımız her şeyde (Çocukluğumda ha bire metan patlamalarıyla gündeme gelen şimdi adını hatırlayamadığım çöplük için bile haberlerde Balkanların en büyük çöp toplama alanı demişlerdi zamanında, o derece), şimdi küreselleştik, “Avrupa’nın en büyüğünü” yapıyoruz her yere. Mesela Şişli Adliye Sarayı için hazırlanan ilanlarda Recep Tayyip Erdoğan “Avrupa’nın en büyük Adliye Sarayı buraya inşâ ediliyor!” diyor utanmadan, bir şehrin o kadar büyük bir adliye binasına neden ihtiyaç duyacağını hiç sorgulamadan…

Ben de salonuma “Avrupa’nın en büyük ütülenmeyi bekleyen kıyafet dağı”nı kurdum. Küçük dağları ben yaratıyorum, büyükler dedemden miras…

5 Ocak 2010 Salı

SADECE ÇOK ÜZGÜNÜM, DARGIN DEĞİLİM…

Bazı şarkılar vardır, yerleri bir ömür geçse hep sizde durur, hatırlattıklarıyla birlikte. Her duyduğunuzda o günlere, belki o ana geri dönersiniz mekan-zaman fark etmeden. Belki üst katlardaki bir küçük meyhaneden geliyordur ses, yarın sabah iş olduğuna boşverip girersiniz iki kadeh demlenmeye. Bazen de sizi otobüsten indirir bir seyyar satıcının sattığı pilli radyodan yayılan anılar, geç kalırsınız her neresi ise gideceğiniz yer. Zerre pişmanlık duymazsınız ama bunun için, tek şey varsa o da şarkının sahibi olan günlere duyulan özlemdir içinizde. Unutamadığınız için değil, hala daha acı çektiğiniz için hiç değil, ama İlhan İrem’in dediği gibi, “zaman zaman hatırladığınızda her yanınızı anlatılmaz bir sızı kaplar”


Bazısı henüz inşaatı tamamlanmamış bir sergi salonunda edilen bir dansı hatırlatır gecenin karanlığında, “yıllar sonra” diyerek; bazısı taşınma telaşı içinde kondurulan bir küçük öpücüğü “çek faytonu” derken… Ama en acısı belki de anısı hiç olmayanlardır, sadece size birini hatırlatan uzak yıllardan, ama o kişinin asla sizinle ilişkilendirmediği… İşte o zaman başka şarkılar söylersiniz içinizden, kırılan kalbinizin sesini duymamak için. “Keşke bana adasaydı” dedikleriniz çıkar gelir, “korkmuyorum ruhumdaki fırtınada boğulmaktan” diye haykırır yüzünüze. Kim bilir, belki bir yerlerde birileri de sizin hiç farkına varmadığınız atıflarda bulunmuştur peşiniz sıra sürüklenirken… Tek özleyen siz değilsiniz, orası kesin.

En sevdiklerinizden biri yoğun bakımda can çekişirken sizin “nargilemin marpucu da gümüştendir gümüşten” diyerek oynadığınız da gelir sonra aklınıza. Bir daha nargileye elinizi süremezsiniz aklınıza gelecek de “benim yüzümden” diyeceksiniz kendinize diye…

Ve her şeyin sonunda, tüylerinizi diken diken eden o sesle, assolist çıkar sahneye:

“Günahlar, günahlar / Gün gelir zaman bizi aklar / Yıkanır ihanetler, yıkanır âh’lar…”