17 Mart 2010 Çarşamba

Katedralin Zamanı

Hiçbir dine mensup değilim, ve herhangi bir tanrıya da inancım yok. Dolayısı ile bu hissettiklerimin “tanrımın evine gelmek”le bir alakası olduğunu sanmıyorum. O zaman neden?

Bende çok özel bir yeri var lise yıllarımdan beri. En büyük düşüm, en can yakan özlemim oldu yıllarca. Acı çektim ondan uzakta yaşadığım için sürekli. Kendimi ondan koparılmış bir parça gibi hissettim, ona dönmek istedim, onunla yeniden birleşmezsem bu dünyada kaybolmuş gibiydim.

Gözlerimi kapadığımda tüm güzelliğiyle görebiliyordum onu, “ışığın şehri”nin diğer tüm güzelliklerini gölgede bırakacak şekilde tam ortasında duruşunu o meşhur nehrin. Kulelerinden gelen çan seslerini duyabiliyordum, ve o yüzyıllarca yaşındaki gülünden süzülen zarif ışıkları.

Bir kez verdi hayatım bana onunla buluşma şansını. Sonuna dek kullandım, diğer her şeyi, uyku dahil, boş verip onunla geçirdim gündüzümü, gecemi. Gündüz bana kucağını açtı, görmemi sağladı yeryüzü krallığındaki en tutku dolu şehri tüm ayrıntılarıyla. Phoebus yerini Luna’ya bıraktığındaysa ben onu izledim hayran hayran, o uyurken…Nefes alış verişleri vardı yemin ederim, rüya görürken göz kapaklarının oynamasını gördüm. Hala daha düşünüyorum, acaba gerçekten inanıyor mu insanların adına ona hayat verdiği o tanrıya?

Ne zaman bir fotoğrafını görsem, sanki yeniden onun önünde diz çökmüşüm gibi aynı yoğunlukta hissediyorum aynı duyguları: İhtişamını, gücünü, yüzlerce yıllık acılarını nasıl mağrur taşıdığını…Onun yanında o kadar önemsiz, o kadar küçük bir noktayım ki…Benim ilahım o, ona tapınıyorum. Kubbesini okşayan rüzgar bana da değsin istiyorum, beni izleyen heykeller beni fark etsin ve anlasınlar istiyorum, aralarında bir yer versinler diye yalvarıyorum, onun bir parçası olmak istiyorum!

Her gün en az bir defa isim annesi olduğu müzikali dinliyorum baştan sona, ona atfedilen o muhteşem hikayeyi dinlerken onu görüyorum, ama boyutsuz bir uzaydayız sanki, o merovanj kraliçeleriyle yarışan zerafetini son zerresine dek içime çekiyorum. Fiziksel olarak bu dünyada imkansız olsa da, ben baktığımda onun hem önünü hem arkasını, hem içini hem dışını aynı anda görüyorum.

Beynimde sert bir ses başlıyor o an, “güzel”, diyor, “bu kelime onun için kullanıldı”…Tarih boyunca insanlığın biriktirdiği tüm tutkuyu, şehveti, özlemi, kıskançlığı, arzuyu, kana susamışlığı damarlarımda buluyorum, ama o beni sakinleştiriyor, dindiriyor bedenimde gezinen alevi. “Merak etme” diyor, “sevgi hiç beklemediğin yerde en sadık şekilde duruyor, tıpkı adımı verdiğim hikayedeki o bedeni aşağılanmış ama kalbi kocaman kambur gibi…” İnanıyorum ona, tüm kalbimle inanıyorum.

“Değişim köprüsü”nün sonunda olması kadar mükemmel bir uyum olamaz diye düşünüyorum. Tam karşısında duran “adalet sarayı”nın kulelerinde bir zamanlar suçsuz insanlara işkence yaptıran kralların onun kucağında taç giydiğini hatırlıyorum, bana o krallara ne kadar darıldığını, onların yaptıklarını izlerken nasıl kanadığını anlatmaya başlıyor, 800 yıllık yaşamının tüm anıları benim bilincime doluyor. Ağırlaşıyor birden dünya, gözyaşlarımı tutamıyorum…

Ben, tek evi yollar olan Çingene, hayatımda gerçekten de sadece bir kez aşık oldum, bunu iyi biliyorum…

0 yorum:

Yorum Gönder