27 Ekim 2009 Salı

MAKYAJ ODASI ŞARKILARI

Canım da nasıl rakı istedi var ya…”Makyaj odasıyla rakının ne alakası var?” diyenler, sizi takip eden satırları okumaya davet ediyorum.


Suzan Kardeş adını bilmeyenler için, BKM’nin makyözüdür efendim kendileri. “Bir Demet Tiyatro” ile başlayan, yıllarca devam eden bir hikayedir Suzan Kardeş ve BKM oyuncularınınki. Acısıyla tatlısıyla, bizi güldürürken kimbilir onlar neler çekmişlerdir. Ama konumuzbu değil.

Suzan Kardeş bundan 12 yıl önce “Bekriya” adında bir meyhane açtı. Bu mekanda mikrofonsuz sistemsiz gitar eşliğinde Balkan türküleri söylerken Sezen Aksu mucizesinin yolu oradan geçiverdi, ve biz de Suzan Kardeş’in bilmediğimiz, ama öğrenmekten çok mutlu olduğumuz bir yönünü keşfettik. İyi ki varsın be Sezen, hemşehrim benim!

Suzan Kardeş’in son albümü “Makyaj Odası Şarkıları” adını taşıyor. Albümde Kardeş’in bunca yıldır makyözlüğünü yaptığı, bir yandan yüzlerini sahneye hazırlarken bir yandan dertlerini, sevinçlerini paylaştığı onca oyuncu birbirinden güzel şarkılar ile eşlik ediyorlar. Kimler yok ki…Yasemin Yalçın, Demet Akbağ, Şebnem Sönmez, Haluk Bilginer, Yılmaz Erdoğan, Olgun Şimşek, Güven Kıraç, Nejat İşler, Fikret Kuşkan, Özgü Namal, Oya Başar, Meltem Cumbul, Erkan Can, Cem Yılmaz, Halil Ergün ve Sezen Aksu…

Haluk Bilginer’den “Sweet Dreams” dinleyip sesine hayran olduysam, “Sen de başını alıp gitme ne olur”u ondan duyduktan sonra Sweet Dreams’i unuttum bile. Yılmaz Erdoğan’ın Musa Eroğlu’ndan bile iyi söylediğini düşündüğüm “Telli Turnam” ve Özgü Namal’ın tüm o saf güzelliğini katarak yorumladığı Goran Bregoviç klasiği “Ederlezi”, Şebnem Sönmez’in sesinden “Yovano Yovanke”, Nejat İşler’in “Hancı”yı söylerkenki içtenliği…

Balkan ezgilerini hep sevmişimdir, sevdayı, acıyı, ama aynı zamanda umudu bu kadar iyi anlatabilen, notaları yüreğe bu denli berrak ulaştırabilen çok az müzik kültürü vardır. Fikirlerine sağlık sevgili Suzan Kardeş, sesşn, elelrin dert görmeye…Vefalı dostların snei hiç yalnız bırakmazlar dilerim ki…

Albümü lütfen satın alın, çünkü Suzan Kardeş’in tüm bu güzel seslerle olan dostluğunu görmenizi çok isterim…Rakınızı da koyun ama masaya albümü dinlerken, belki siz de bir parçası olursunuz bu Balkan masalının…

26 Ekim 2009 Pazartesi

GÜNDÜZ REKLAMCI, GECE PSİKOLOG

Hayır, çoklu kişilik bozukluğu (MPD) yaşamıyorum efendim, yanlış algılar oluşmasın kafanızda…

Bundan yıllar önce kız arkadaşım adli tıp okumak istediğini söylediğinde tepkim biraz da şakayla karışık “oku tabi bunu istiyorsan, ama sakın akşam eve iş getirme, dellenirim cebinden başka erkeklerin böbreği dalağı çıkarsa” olmuştu. Evet, espri yeteneğim o günlerden bu yana evrim geçirdi diyebiliriz.

Şaka bir yana, hani o meşhur tanımlama vardır ya, “işine özel hayatını karıştırmayacaksın, profesyonel olacaksın” derler…Boşandıkları halde aynı ofiste çalışmaya devam eden çiftler, kuliste birbirlerinin kafasına atılmadık şişe bırakmadığı halde sahnede sarılıp mutlu mesut şarkı söyleyen oyuncular…

Bir de bunun tersi var aslında, ama kimse pek düşünmüyor gibi: Özel hayatına da işini karıştırmayacaksın kardeşim! Bu daha da beter, hani öbür tarafta insanlar “vay be, ne kadar profesyonel” diyorlarsa da, burada kimse hiçbir sıfat altında takdir etmiyor gerçekleştirdiğin büyük başarıyı!

Misal, beni ele alalım. Bakınız, elimde iki adet diploma var. Birinde işletme yazıyor, birinde psikoloji. Yani, hal-i hazırda yetkin ve yetkili bir psikolog olarak hayatıma devam ediyorum. Ama insanların anlamakta güçlük çektiği bir başka kavram ayrımı olarak “meslek” ve “kariyer” konusu işe karışıyor: benim mesleğim psikolog olabilir, ama ben reklamcıyım efendim. Bu böyle biline.

Gelmek istediğimiz nokta şu: benim reklamcılık yaptığımı, mezun olduğumdan beri esas mesleğimle ilgilenmediğimi aklına getirmeyen yakın çevrem, ne zaman başları sıkışsa “sen psikologsun yardım et” diyerek bana koşuyorlar. Hani yakın arkadaşlara, aileye filan ilişkilerimizin samimiyeti çerçevesinde destek oluyoruz ama, üst kat komşumun yeni doğum yapan gelini de gelmesin be kardeşim! Hayır, bir de millet kendi teşhisini çoktan koymuş, öyle geliyor. Pardon da, biz neciyiz burada? Genel kural şudur: Arabanızı tamirciye götürdüğünüzde “Usta bunun şurasında şu var” derseniz usta önce sizin dediğiniz arızayı, sonra da kendi bulduğu gerçek arızayı giderir. Siz de iki katına çıkmış faturanızla kalırsınız. Halbuki dilinizi azcık tutsanız cebiniz daha az hafifleyecek.

Hem kimsenin düşünmediği bir şey var ki hepsinden fena. Şöyle ki, her psikolog adayı eğitimi boyunca şu kurala çok katı bir şekilde uymak üzere yetiştirilir: “Öğrendiklerini kendin ve yakın çevren üzerinde uygulamayacaksın” Neden? Çünkü bunu yaparsan kendine ve sevdiklerine toz konduramayacağın ya da objektif olamayacağın için teoriyi çarpıtmaya başlarsın. Hele kendin üzerinde analizlere çok girersen bir süre sonra kendini tüm savunma mekanizmalarından sıyrılmış şekilde, depresyonun eşiğinde bulma ihtimalin yüzde bir milyon.

Bu yüzden, ey sevgili arkadaşlarım, bana da insaf edin. Psikoloji eğitimi aldım diye her derdinize deva olamam ki…Hem, çoğu zaman, bir arkadaşın görevi bir psikologunkinden çok farklı ve daha zordur. Arkadaş dediğin destek olmakla yükümlüdür, sorgulamakla vs. değil…Hem bazen çok garip isteklerle geliyorsunuz, kendisini terk eden nişanlısını yeniden kendisine döndürmemi isteyen arkadaş mesela, sen psikolog niye arıyorsun bir anlasam…

Özetle, arkadaşınız olmakla psikologunuz olmak arasındaki ayrımı yapmak beni o kadar zorluyor ki, bazen tersliyorsam üzgünüm…Sevgiler!

23 Ekim 2009 Cuma

15 PKK’LI İSTANBUL’A “GİRECEK”MİŞ !!!

Her biri birer Fatih Sultan Mehmet mübareklerin!


Beni tanıyanlar bilir, toplum ile ilgili bilincimi kazandığım günlerden beri politikadan uzak durmaya çalışırım. Bu davranışım yüzünden lisede de üniversitede de bazı arkadaşlarım tarafından “burjuva çocuğu”, “vurdumduymaz” ve hatta bazen “vatan haini” ilan edilsem de, durum budur. Siyasal bir görüşe sahip olmadığımı sanıyorlarsa yanılıyorlar, elbette benim de benimsediğim görüşlerim var. Ama siyasi bir görüşü benimsemekle politikaya karışmak (ya da bu sıfatları bana verenlerin yaptığı şekliyle politikaya karıştığını sanmak) ayrı şeydir. Çok ayrı iki şeydir.

Konu bu değildi ama dayanamadım. Neyse.

Şu “Demokratik Açılım” ve hayatımıza kattıkları konusunda yazmamak için çok direndim, hatta Kandil’den gelen sözde “Barış Grubu”nun Türkiye’ye girişinde gerçekleşen gösterileri masamı yumruklayarak izledim ama siyasete karışmama kararıma sadık kaldım. Ama bu son habere artık dayanamayacağım. Sinirlerim kaldırmıyor.

Ne demek “İstanbul’a girecekler” ya?

“Girmek” kelimesi bir şehri ya da kaleyi fetheden muzaffer komutanlar, krallar için kullanılır. Habur’daki gösterilere “Ne oluyoruz, bu T.C. Devleti’nin attığı bir barış adımıdır, terör örgütünün kazandığı bir zafer değildir, nedir bu bayrak açmalar, zafer çığlıkları” diye tepki verdiğimizde DTP sözcüleri “bunların gösteri olmadığını, Kürt milletinin (bak bir de millet diyor, cinlerim tepeme çıktı yine) barış sevgisini gösterdiğini” söylemişlerdi. Nasıl bir barışsa bu artık, dağdan gerilla kıyafetleri ile geliyorlar, sınır kapısında “pişman değiliz” diyorlar, biz de askerlerimizi şehit ettikleri için pişman olmayan bu soysuz sürüsünü serbest bırakıyoruz. Neden? Çünkü bin yıllık Türk gururunu iki paralık eden siyasilerimiz “Sayın” Apo ile anlaşma yapmışlarmış, bu da anlaşmanın parçasıymış. Bir devletin kendisine yıllardır kan kusturan bir terör örgütü ile pazarlığa giriştiği nerede görülmüş? Olur mu öyle şey ya!

Bu yaşananların şov olmadığını iddia eden DTP’liler, şimdi “Avrupa’dan gelecek 15 PKK üyesinin İstanbul’a girişini şenliklerle kutlayacaklarını” iddia ediyorlar. Hem de hiç utanmadan “bu girişin bilinçli olarak 29 Ekim’den bir gün öncesine denk getirildiğini” açıklayarak. İsrail’e “one minute!” diye bağıran Recep Tayyip Erdoğan ise DTP’ye sadece uyarı göndermek ile yetiniyor.

ETA’nın İspanya ile imzaladığı ateşkes anlaşmasını hatırlayalım. İspanya ETA’nın Bask halkı için istediği özerkliği ve hakları tanımış olmasına rağmen 2 ay geçmeden ETA yeniden eyleme geçmiş, hatta tarihinin en kanlı eylemini yaparak “tam bağımsızlık verilmediği sürece ateşkes yaşanmayacağını” ilan etmişti. Bugün sırf anadillerinde yayın yapmalarına izin veriyoruz diye Kürtlerin terör eylemlerini bırakacağını sanıyorsak yanılıyoruz, Kandil “Barış Grubu”nun ülkeye gösterilerle geldiği gün PKK’nın Hakkari’de bir konvoyun yoluna mayın döşeyip 1 can alması yanıldığımızın en büyük göstergesidir.

Bu “barış” çözümünün işe yarayacağını sanmıyorum. Bu bir “uzlaşma” değil çünkü, resmen PKK varlığını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne haklı bir direniş göstererek kabul ettirmiş gibi davranıyor. Kürt anaları ağlamasın derken, yıllardır anası ağlayan Türk milletinin sabrı tükeniyor.

Benim gibi oldukça liberal düşünceli kesimi bile ırkçı ve iç savaş canlısı hale getiren bu “açılım” için tek sözüm var: Madem bu kadar “açılıyoruz”, bari PKK’lılar gece gelsinler de adet yerini bulsun.

22 Ekim 2009 Perşembe

Tuna Olmak Ya da Olmamak

-- Eski bir yazıdır, arşivlerden fotoğraf aranırken bulunmuştur, lezzetlidir bence, afiyet olsun efendim...  --

Tuna olmaktan çok korkuyorum…Ölesiye korkuyorum, o kadar ki korkum yüzünden her gece ölüyorum. Yalnız olduğumu – yalnız kaldığımı daha doğrusu – çok iyi anladığım şu iki ayın her gecesi belki bunu düşünüp bunu düşlüyorum. Düşlerin kabusa dönüştüğü zaman kabus olarak başlamalarından daha korkunç olduğunu biliyor musun? Ben biliyorum.


Ne kadar yapıştı ve yakıştı üstüme o Tuna rolü…Aynı yaşlarda başlayan bir tutkunluk, aynı doğaüstü çekim, sessiz sakin iyi huylu bir çocukluğun ardında gizlenen o fırtınalı ve derin iç dünya, belki doğuştan gelen belki seçimle giyinilen o “asi romantik” karakter…Asi olduğumu iddia eden herkes, hiç mi düşünmediniz neden bir türlü bu duruma itiraz edip baş kaldıramadığımı? İstemedim mi sandınız acaba?

Roller o kadar güzel dağıtılmıştı ki, düşünmeye gerek bile yoktu, herşey ortadaydı. Ben hep tutkun kaldım, ben hep gölgesinde kaldım o daha keskin karakterlerin…Sahip olma duygusu yerine sınırsız bir sevginin uzantısı olarak onun mutluluğunu isteme durumu…O kadar kroniktir ki, sesiniz çıkmaz kalbiniz hüzünden paramparça olduğunda bile…Evet, hüzün; çünkü kıskançlığı ne bildi ne de bilecektir bu asi romantik, kıskanmak sahip olmanın yoldaşıdır çünkü…

Hala daha şu yaşımda, bana verilenlerle (sevgi, ilgi, aşk, tutku, zevk, övgü…) değil benim verebildiklerimle mutlu olurum. Herkesin hayatında bir sıfatım var en’le başlayan: en iyi arkadaş, en sıkı sırdaş, en iyi insan, en arkadaş canlısı çocuk, en nazik insan…Tüm bunların üstüne insan nasıl kendini düşünebilir ki? Nasıl bu kadar çok kişi onlar için bu kadar çok şey ifade ettiğimi cömertçe ortaya koyarken ben kendimi düşünebilirim? Düşünemedim de…

Tuna’dan ayrıldığım belki de tek nokta seçtiğim meslek olmuştur, ki onda da büyük bir hata yaptım sanırım, edebiyat öğretmenliği çok daha sağlıklı olabilirdi…

Şimdi yıllar sonra, ilk gençlik yaşlarımdaki diğerlerine kapalı hayatımın vahim bir sonucu olarak, hala daha aynı acıyı yaşatıyorum kalbimde. İçimdekileri hiçbir engele takılmadan ortaya koyabilmek o kadar zor ki, bu dünyanın kurallarının bana uymadığı çok açık. Sessiz bir özlemle uyanıp her gün çok yakınında olduğum ama asla uzanamadığım hayalimin mezarını yaşıyorum.

Fiziksel anlamda Ada’yı yitirdiğim günden beri hep o kavramı arıyorum. Ada’sız olmanın hayatımda bıraktığı o dünyanın kendisinden daha büyük ve korkunç boşluğun kenarında sallanıp duruyorum. O kadar mükemmel, o kadar parlak ki Ada’nın imgesi (Bir zamanlar hayatımda olan kişinin gölgesi değil bu, onun bedeninde var olduğunu düşündüğüm o kumral roman kahramanı, o sıcacık gülümseyişli o bol yetenekli ve sevecen bal kız…); uçuruma atlayasım geliyor zaman zaman, hatta deniyorum bile, ama uçurum beni kabul etmiyor. Düşünebiliyor musun? O muhteşem aşkın (Evet bu bir aşk, yine roman kahramanı olan o müthiş şair Doğan Gökay’ın dediği gibi: Aşkn bin türlü çeşidi vardır ve her çeşidi acıtır) yokluğu bile beni kabul etmiyor! Bu dünyada yaşamanın nasıl bir ızdırap olduğunu tahayyül edemezsin, özellikle de bende vücud bulmuş bu kendini diğerlerine adamışlığı hesaba eklersen…

Ama korkularımın daha da büyüğü bambaşka…Ben Meriç’ten korkuyorum. Biliyorum ki orda, beni o yıllardan beri izliyor, bana sahip olmak istiyor, ve bunu o kadar ustaca yapıyor ki bir gün onu hayatıma kabul eden, ondan bunun için izin isteyen ben olacağım. Sırf bu teklifimin ona vereceği mutluluğu düşünerek (“Ada’nın sana yaptığını sen de ona yapıyorsun”) kendimi vereceğim. İçimden kimbilir ne çığlıklar gelecek, ama ben yine sessiz sakin, intihar edeceğim. Ve bunu bir tek Ada bilecek.

21 Ekim 2009 Çarşamba

2 MİLYON DOLARINIZ OLSA, BİR GÜN DAHA ÇALIŞIR MISINIZ?

Ekip olarak bugün boatshow jr.’daydık efendim. Jr diyorum çünkü esas büyük, o yeri göğü inleten, denizlerin babası Poseidon’u yerinden kaldırıp şehr-i stanbul’a getiren fuar Şubat ayında CNR’da yapılacak. Bu bahsettiğim Cityport MarinTürk’te düzenleniyor.

Unutmadan, Eston Deniz projesinin standı tam girişte, merdivenlerden inince sizi bekliyor. Gelin, İstanbul’da yatınızı evinizin önündeki marinaya demirleyebileceğiniz tek bahçeli villa projesini görün, tavsiye edin, uğramışken Pendik sahilinin soğuğuna karşı içinizi ısıtacak çorbalarımızdan ve leziz mi leziz ikramlarımızdan faydalanın :) Davetiye isteyenler bana ulaşsın.

Neyse…Standımız tam “Yatchley” standının yanında olduğu için Arap şeyhlerine, prenslerine o meşhur füzesavarlı, 10 km. çaplı jammer’lara sahip savaş gemisi modundaki yatlarını üreten firmayı yakından tanıma şansı bulduk. Fuara hiçbir örnek tekne getirmemişler, zaten getirseler marinaya sığmazdı tahminimce, en küçük tasarımları 50 m. civarında.

Daha bir çok irili ufaklı tekne var, cami yeşili kaplamalı olandan tutun 8 metrekarelik gövde üstüne 4 kat çıkanına dek. Çoğu işe yaramaz, yani o derece ki, üstüne para verseler “benim yatım da bu” diye almam (göbek adım da Yakup Kadri, yerseniz)

Biz de ekip olarak açılış törenini Cafe Crown’ın terasından izlerken bu para mara işlerine geldi konu. 2 erkek 2 kadından oluşan Eston Pazarlama Ekibi resmen ikiye bölündü bu konuda. Baybora “2 milyon dolarınız olsa bir gün daha çalışır mısınız?” diye sorunca, ekibin bayanları hemen “tabii ki çalışırız” dediler. Ben çalışmam. Baybora ile aynı fikirdeyiz, ömrümüz boyunca çalışsak, 2 milyon dolar’ın getireceği aylık 30 bin TL’lik faizi maaş olarak alamayız. Bu durumda, buna oranla devede kulak kalan maaşlarımız için bu kadar sıkıntı çeker miyiz? Bir gün daha çekmeyiz. Ama sevgili bayanlarımız “30.000 TL ne ki? Yetmez ki o, çalışmak da lazım” deyince, bir şaştık. Hani bu lafı ayda 150.000 TL maaş alan bir CEO iseniz söylemeniz normal de, maksimum alacağınız ne olabilir ki bir şirketin pazarlama yönetmenleri olarak?

İnsanlarda şu var: kazançları 5 kat yükselse, hemen hayat standartlarını da 5-6 kat yükseltiyorlar. Halbuki 5 kat fazla kazanıp 3 kat iyi yaşayabilirsin ve hala daha çok büyük bir gelişme olur. Siz de tutup da Nişantaşı’nda bir mekanı kapatıp tüm arkadaşlarınıza sınırsız parti vermeyin. İnsan düşünmeden edemiyor, “30.000 TL yetmez ki” diyen hatunla nasıl yaşanır acaba? Üstlerine alınmasınlar ama, böyle hatun düşmanımın başına bile gelmesin, aman diyyim. Batar sonra adamcağız…

2 milyon dolarım ve aylık 30.000 TL faizim olsa, işimi direkt bırakırım. Kendime güzel bir kayıt stüdyosu ve enstrümanlar alırım, müzik işine girerim. Çalışmam demiyorum, çalışırım ama sevdiğim işi yaparım.

Gidip bir sıradan atkıya 300 dolar veren biri değilim, vereni de anlamam. 2 milyon dolarsım olsa siz okuyucularımı da hala daha tanırım, o kadar da iyi bir adamım işte :)

Velhasıl kelam, etrafta zengin insanlar ve pahalı tekneler görünce, zenginin parası züğürdün çenesini yordu, bir de 2 milyon dolarlık hayallerimizle Beyoğlu’ndaki ofisimize geri döndük. Kimsenin kıçı gece açıkta kalmasın, valla üzülüyor insan rüyadan uyanınca :) …

Sevgiler efendim; marinanızdan ayna kıç, banka hesabınızdan 2 milyon dolar hiç eksik olmasın…

20 Ekim 2009 Salı

Rejim Aleyhtarı Gösteriler ve Diyetisyen Cuntası

Rejime başladım efendim. Evet evet, yanlış duymadınız, rejimdeyim.


Ama öyle popüler beyefendiler gibi “Diyetisyenimin tavsiyelerine göre” yapmıyorum.

Nasıl ki Recep Tayyip Erdoğan demokrasiyi kendi bildiği gibi uyguluyor, ben de kendi rejimimi uyguluyorum.

Öncelikle, kola yassah gardaşım. Kolanı da al git!

Benim için youtube’dan bile üzücü olan bu yasağı kendi kendime koymuş olmam da ilginç tabii…

Bir kola bağımlısı olarak, Pazar akşamından beri tek damla içmedim, başım çatlayacak derecede ağrıyor, bedenimdeki bilimum damar büzüldü resmen, kangren olacağım ve kafamı kesecekler diye korkuyorum ama dönüş yok.

Biliyorum, daha önce de denedim kolayı bırakmayı ama beceremedim, AA tarzında bir “kolakolikler” grubu olsa cidden katılacağım her toplantılarına. Hatta son içtiğim kolanın şişesini güzelce saklayıp kitaplığımın üstünde sergileme düşüncesi içindeyim, belki mezartaşı filan da yaptırırım kendilerine.

Sonra…gece atıştırmak yok! Bu da zor oldu, özellikle benim gibi gündüzleri uyuklayıp gece üretken hale gelen bir insan için. Photoshop başındayken çikolata yiyememek, film izlerken ya da yazarken ağzına güzelce soslanmış bir cips atamamak büyük işkence. Gerçekten de insanın insana yaptığını kimse yapamaz.

Fast-food’a gümrük vergisi koydum, artık sınır kapılarım kapalı. Hatta bütün Burger King ve Domino’s Pizza bayraklarını indirttim, şehitlik olsa astırmam, öyle de kinci ve inatçıyım (öhöm!)

Yürüyorum, bol bol yürüyorum. Eskiden şikayet ederdim evime en yakın durak baya uzak diye ama, şimdi mutluyum. Akşamları Halaskar Gazi bulvarındaki trafik de işime geliyor, yarı yolda sıkılıp iniyorum, eve dek tabanvay.

Öğle yemekleri ya salata ya da ızgara. Kızartma kesinlikle yok, salataya zaten ezelden beri limondan başka sos koymam, bir Ege’li olarak garip geliyor ama salataya zeytinyağı bile koymam. Patronum yağsız salatanın ot olduğunu iddia ediyor, belki de haklıdır ama damak zevki işte…

Bu ani karar nereden çıktı derseniz, Pazartesi sabah işe gitmek için giyinirken en sevdiğim siyah gömleğimi göbeğim yüzünden giyemediğimi fark ettim, o an tepem attı, “görürsün sen!” diye bağırdım göbeğime. Kahvaltı saatlerinde kendisine uyguladığım ambargo İsrail’in Gazze’ye uyguladığından bile katı olduğu için homurdandı bana sadece cevap olarak.

Neyse…Aslında üniversiteye girdiğimden beri lise yıllarında yerinde yeller esen bu göbekten kurtulmaya çalışıyorum ama her seferinde göbeğime “yastııııkkkkk!!!” diyerek sarılan kız arkadaşlarımın (hepsi mi göbek sever bu kızların?) engellemeleri ve gerilla çalışmaları sonucu başarısız olmuştum, bu sefer karşı çıkanım yok, hatta destekleyenim var, mutluyum gururluyum!

Ey kızlar, size sesleniyorum buradan: Yakışıklı, filinta gibi, incecikken tavladığınız erkekleri sırf sizden başkası beğenmesin de sizi aldatmasınlar diye göbeklendirmeyin, yazıktır günahtır! (Bu iddiam yüzünden beni linç edecek karşı cinslerimi sportmenliğe davet ediyorum…)

İyi günler efendim, rejim aleyhtarı gösterilere karışmayın, provokatörlerin gazına gelmeyin!

Tzygane

19 Ekim 2009 Pazartesi

Harun Yahya'nın Seyir Defteri

Ben anlamam kardeşim.

Takma isim kullanmaktan hoşlanmadığımı dünya alem bilir, nick kullandığım her yerde mutlaka açık adım da yazıyordur.

Adnan Hoca'nın ise bu konuda benden öte bir hali var. Harun Yahya denen şehir efsanesinin o olduğunu bir eski kedim Satemin bilmiyor, hatta belki o bile biliyordur, ama hala daha etkilerini silemedik hayatımızdan, "kim ki bu densiz?" diye soruyorum kendime her görüşümde. Sonradan düşüyor jeton.

Son bombamız google üzerinden işimle ilgili bir arama yaparken düştü gündemime. Bir çocuk düşünelim, yaş aralığımız 6 - 12 olsun. Okumayı yeni öğrenmişiz, internet nesli olduğumuz için zaten "ali topu tut" yerine "ali google'a gir" yazıyoruz. Girdik mi, girdik. Çocuk olarak ilk aklımıza gelen "çocuk siteleri"ni gezmek olacağına göre arama motoruna da "çocuk" ya da "çocuklar" yazıyoruz. Ve bakıyoruz çıkan ilk siteye...

O da ne? cocuklaricin.net adresli sitenin anchor text'inde aynen şu yazıyor:

"Sevgili çocuklar, bundan 150 yıl kadar önce Charles Darwin canlılığın nasıl oluştuğu konusunda ortaya mantıksız bir teori attı. Bu teori, gerçekle hiçbir ..."

Destur demeden sıralanan bu sataşmaları merak eidp giriyorsunuz, sitenin alt başlığı bir tokat daha gibi geliyor:

"Darwin Amca, biz hiç değişmedik!"

Hoppala! Aziz Nesin'in meşhur hikayesindeki Arap Şeyhi gibi "Du bakali n'oolcek" diyerek aşağı iniyoruz. Charles Darwin'in evrim teorisine sonuna kadar inanırım. Bilim dünyasında doğruluğu bu kadar örnekle kanıtlanmış teorilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Newton Fizik Modeli bunlardan biriydi, o bile kuantum teorisi ile "her daim geçerli" sıfatını yitirdi.

Neyse, sorunumuz bu değil. Aşırı İslamcı kesimin evrim teorisine kaşrı çıktığını, kutsal kitapları Kuran'da bunun tersinin iddia edildiğini biliyoruz. Kimsenin inancına karışmak, inandığına çamur atmak bize düşmez ama, onlara düşüyor demek ki ki, Darwin'i "mantıksız, saçma, yanılgıya düşmüş, sapkın" diye niteliyorlar. Hem de okumayı yeni öğrenmiş çocuklar nezdinde.

Çocuk aklıyla Google aramalarında en üstte çıkan sitenin en doğru olacağını düşünürsek, buna bir de okulda Darwin adı geçtiğinde "ben internette okudum, yalan bunlar" diye bağıracak, teoriyi anlatan öğretmenini "bilgisiz ve salak" olarak göreceğini eklersek...Elde var 13 yaşında öğretmenini bıçaklayan, okulda erkeklerle konuştu diye 8 yaşındaki kızkardeşini döven çocuk haberleri. Buyrun burdan yakın.

Adnan Hoca ve saz arkadaşlarına teknolojinin nimetlerini kullanmak konusundaki yetenekleri için bir alkış göndersem de, bu yaptıklarına tepkisiz kalamadım. Allahınız dininiz kitabınız sizin olsun, her sorunu her problemi her yanlışı "Allah istedi" diye sineye çeken ve haklı gösteren zihniyetin daha çocuk yaştaki beyinleri zehirlemesi, onları eleştirel düşünce yerine infaza yönlendirmesi beni sinirden delirtir.

Maymundan gelmiş elbette olamayız, evrim teorisi zekanın her jenerasyonda %0.01 oranında arttığını iddia eder çünkü...Adnan Hoca'cıların zekasının ne tarafa ilerlediği ortada...